22 Mayıs 2010 Cumartesi

Dolaylı Hayvanın Doğumu

Miletoslu Thales (MÖ yak. 624-546), dünyayı sadece maddi bir varlık olarak görmüyordu, onu aynı zamanda ruh taşıyan canlı bir organizma olarak kabul ediyordu. Aristoteles’ten öğrendiğimize göre, Thales, dünyanın kozmik bir okyanusta bir tahta parçası gibi yüzdüğünü öne sürüyordu. İlk filozoflar için şeylerin tözü (physis) olduğu gibi kalıyordu; değişen sadece durumlarıydı. Bir şey hiçten doğmayacağı ve hiçe karışarak da yok olmayacığı düşünüldüğü için mantıksal olarak kendisi olduğu gibi kalırken diğer şeyleri meydana getiren bir veya birçok tözün mevcut olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Aristoteles Thales’in suyu böyle bir töz olarak gördüğünü, bu nedenle dünyanın suda yüzdüğünü düşündüğünü söyler. Yani dünya, kendisinden yapıldığı maddenin içinde yüzüyordu. Bunda, canlıların varlıklarını sürdürmede nemin/suyun gerekliliği ve her canlının oluşmunda meni sıvısının veya amniyotik sıvının önemli konusundaki fikirlerin de bir etkisi olduğu söylenebilir. Thales, dünyayı ruh taşıyan bir şey, kendilerine ait ruhları olan süfli organizmaları içinde barındıran canlı bir üst organizma veya bir hayvan olarak görüyordu. Bu hayvan kozmik bir okyanusta yüzmekteydi. Doğanın bir organizma olarak görülmesi ondaki devinimi ve sürekli yenilenmeyi de açıklamanın bir yoluydu.

30 Nisan 2010 Cuma

Göz ve Kollar


İnsanın inşası Freudçu anlamda nasıl bir üst benin talimatları doğrultusunda idin dizginlenmesiyle mümkünse dünyanın da dizginlenmesi gereken yıkıcı güçleri vardır. Dünyanın kurulması ancak yıkıcı güçlere karşı bir mücadeleyle mümkün olmuştur. Eliade’nin dediği gibi bir evin, kilisenin, köprünün inşası sırasında verilen kurban, dünyanın doğumu için zaman öncesi zamanda verilen kurbanın, insani düzlemde taklidinden ibarettir. Bir dünyada inşa edilecek her şey kalıcılığını bu yıkıcı kaotik güce karşı düzen getirici kurucu kozmik bir eyleme bağlıdır.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Glossolalia ve Şatah

Glossolalia kelimesinin etimolojisine baktığımızda iki kelimeden oluştuğunu görüyoruz: Gr. glossa (dil) ve lalia (konuşma). Kelime ‘diller konuşma’ anlamına geliyor. Kişi genellikle vecd halindeyken bilmediği bir dilde kelimeler söyler veya kelimeye benzer sesler çıkarır. Burada dil ile konuşan özne ilişkisi tersine dönmüş gibidir. Yani normal şartlarda insan bir dil konuşurken, glossolalia denilen olayda, dilin insanı konuşturduğu söylenebilir; başka bir deyişle insan burada özne değildir, edilgin bir şekilde bir dilin seslendirilmesine aracılık etmektedir. Bu da söz konusu görüngünün “kutsal” sayılmasının nedenidir.

Bu hadiseye ilişkin ifadeler İncil’de geçiyor ve Tanrı’nın varlığının ve etkisinin bir kanıtı olarak gösteriliyor. İncil’in Elçilerin İşleri kitabında şöyle deniyor: “Pentikost Günü geldiğinde bütün imanlılar bir arada bulunuyordu. Ansızın gökten güçlü bir rüzgârın esişini andıran bir ses geldi ve bulundukları evi tümüyle doldurdu. Ateşten dillere benzer bir şeylerin dağılıp her birinin üzerine indiğini gördüler. İmanlıların hepsi Kutsal Ruh’la doldular, Ruh’un onları konuşturduğu başka dillerle konuşmaya başladılar (2:1-4). Yine I. Korintliler’de (12:10, 12:28) Kutsal Ruh’un insanlara verdiği yetilerden söz ederken “kimine çeşitli dillerde konuşma” yetisi verdiğinden söz edilir. AnaBritannica ansiklopedisinde Eski Ahit’ten de örnekler gösteriyor (I Samuel 10:5-13, 19:18-24; II. Samuel 6:13-17; I. Krallar 20:35-37) ama incelendiğinde bunların glossolalia ile bir ilgisi olmadığı görülür, söz konusu örneklerde “kehanette bulunmak”tan söz ediliyor. Kehanetin kehanet olması için, her ne kadar ifadeler kapalı da olsa bilinen bir dilde söylenmesi gerek.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Sinemasal Bir Gösterge: Terlik/Ayakkabı


Terlik veya ayakkabılar eşikle veya sınırla ilişkilidir. Zira onların yeri ya kapı eşiğinin hemen önü veya arkasıdır. Sınır, bilinen dünya ile bilinmeyen dünyayı birbirinden ayırır. Bu nedenle bir endişe ve kuşkuya işaret eder, dolayısıyla sırla ilişkilidir.

 “Kulaksız Hoiçi’nin Hikayesi”nde (Masaki Kobayashi, Kwaidan, 1964) Hoiçi’nin bir kapı eşiği önünde duran terlikleri, onun mekânın içindeki varlığına işaret eder. Buna dikkat çekilir, çünkü Hoiçi'nin söz konusu mekânda bulunuşu beklenmedik ve zamansızdır. Zira geceleri ruhlar tarafından biva çalmaya zorlandığı için gündüzleri uyumak durumunda kalmaktadır; yani geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyan bir hayalete dönüşmeye başlamıştır. Terlikler, içerideki Hoiçi’dir; onun tuhaf, kuşku uyandırıcı bir şekilde içeride bulunuşudur. Bir sırra, saklanan bir gerçeğe dikkat çekerler. Hoiçi'nin ruhlara karışmasının bir işaretidir. Terlikler şunu söylerler adeta: Hoiçi, yani bu terliklerin sahibi burada, evde; bedenen burada ama ruhu bir parçasıyla ölüler evinde, artık bir parçasıyla oraya ait.

31 Mart 2010 Çarşamba

Axiwalic Harikalar Diyarında

Lewis Carroll’un metni, aşağıda yer alan Güney Kaliforniya bölgesine ait bir Çuvaş masalındaki kimi motifler bakımından benzerlikler gösteriyor:


Çok uzun zaman önce, burada Axiwalic isminde veremli bir kişi yaşamış. Hastalığını iyileştirmek için çok sayıda ilaç almasına karşın bunu başaramamış. Bir süre sonra hastalığının çok vahim olduğuna ve asla iyileşemeyeceğine ilişkin bir ümitsizliğe kapılmış. Bu çok tuhafmış, çünkü Axiwalic bir büyücüymüş. Kendini iyileştirmek için yaptığı birçok denemede bütün gücünü bir araya toplamış ama sonunda, başka yapılacak birşey kalmadığına karar vermiş ve ölmek için bir yer aramak üzere köyünden ayrılmış.

Denize doğru gitmiş, kıyı boyunca yürümeye başlamış. Hava kararınca dinlenmek için durmuş ve oturup beklerken dikkat çekici bir şey görmüş. Yakındaki sarp kayalıktan bir ışık çıkmış; ışık, içinden çıktığı kayanın yakınlarında dolanmış ve sonra tekrar kayaya girmiş. Axiwalic bu küçük ışığa karşı hayranlık duyarak olduğu yerde otura kalmış. Çok geçmeden ışık bulunduğu yerden tekrar çıkmış ve hasta adam kendi kendine şöyle demiş: “Onu yakalayacağım; gücümle onu ele geçireceğim.”

Işık o zaman ona doğru çekilmiş ve Axiwalic bir mendille pervane böceği yakalar gibi büyücülüğüyle yakalamış ışığı. O zaman küçük pelepel (pelepel genç bir adama benzer ama bir ışık gibi parlar) ‘bırak beni gideyim’ diye bağırmış. Evine geri dönebilmek için serbest bırakılmayı istemiş.

Axiwalic bunu duyunca evine kadar ona eşlik etmesine izin vermesi için pelepel’e yalvarmış. Fakat pelepel hasta büyücüye bunun olanaklı olamayacağını söylemiş ve şöyle demiş: “Sen şu küçük delikten geçemezsin ki”

30 Mart 2010 Salı

Alice: Sıkılan Çocuk


Sinemanın çağdaş masalcısı Tim Burton, son filmi Alice Harikalar Diyarında ile bir kez daha karşımızda. Film, Lewis Carroll’un, arkadaşının çocuğunu oyalamak için uydurduğu bu, olay örgüsü nispeten zayıf anlatısından modern, derinlikli bir masal yaratmayı başarmış. Hikâyenin kahramanı genç bir kız; ve yetişkinler dünyasının ona biçtiği rolü kabul etmeyip kendine orada farklı bir yer açmak gibi zorlu bir işe girişiyor.

Kitaptaki hikâyenin başında Alice ablasıyla ırmağın kıyısında oturmaktadır. Sıkılmaktadır. Hava bunaltıcı derecede sıcaktır. Ablasının okuduğu kitaba göz atar, ama ne bir resim vardır kitapta ne de bir diyalog. Alice gibi, çocukken hepimiz çok sıkılmışızdır, yapacak bir şey bulamamış sıkıntıdan patlamışızdır. Çocukluk neredeyse sıkıntıdan boğulmakla geçer. Bir an önce büyüyüp yetişkinlerin, heyecan verici olduğunu düşündüğümüz dünyalarına katılmak için yanıp tutuşuruz. Sıkıntımızı yenmemizin tek bir çaresi vardır, oyun oynamak, hayal kurmak. Filmin çıkış noktasını oluşturan metin, işte böyle sıkılan bir çocuğu oyalamak için yazılmıştır. Ancak büyüdüğümüzde anlarız ki yetişkinlerin dünyası da son derece sıkıcı ve boğucudur. Çünkü onlar da çok sıkılmaktadırlar; onlar da birtakım oyunlarla, hikâyelerle (felsefi, tarihi, efsanevi, dinsel, sanatsal bir dizi anlatıyla) kendilerini oyalamaktadırlar. Dünya bizatihi sıkıcı bir yerdir ve eğer hayallerimizden vazgeçip düş gücümüzü köreltirsek, yetişkinlik çağında da çok sıkılacağımızı anlarız. Filmin anlatısının çıkış noktası da burasıdır; küçük Alice’in, kitabın içeriğini oluşturan düşünden uyanışından bu yana on üç yıl geçmiştir ve hülyalı Alice artık on dokuz yaşındadır. Ama yetişkinlerin yeknesak, donuk, iki yüzlü dünyasının bir parçası olmak istememektedir.

21 Mart 2010 Pazar

Hayatın Anlamı

"Eğer yaşam bir bütün olarak anlamsızsa bile, bunda üzülecek bir şey yoktur. Muhtemelen onu olduğu gibi kabul edebilir ve yaşamımızı önceden olduğu gibi aynı şekilde sürdürebiliriz.... Eğer yaşam gerçek değilse, yaşamın amacı yoksa ve yaşamın sonu nihayette kabir ise, belki kendimizi bu kadar ciddiye almak gülünçtür. Öte yandan, eğer kendimizi ciddiye almadan yapamıyorsak, belki de gülünç olmaya katlanmak zorundayız. Yaşam sadece anlamsız değil, ama saçma da olabilir." Kaynak: Thomas Nagel, Her Şey Ne Anlama Geliyor. Felsefeye Küçük Bir Giriş, çev. Hakan Gündoğdu, Paradigma, 2004, s. 70-71.

Tanrı

"... nihai açıklama olarak Tanrı'nın rolüyle ilgili benim buradaki problemim Tanrı kavramının ne anlama geldiğini anladığımdan emin olmayışımdır. Gerçekten de her şeyi kuşatarak onlara anlam veren ama kendisi bir anlama sahip olmayan ya da buna gereksinim duymayan bir şey olabilir mi? Kendisi için dışarısı diye hiç bir yer olmadığından dolayı, anlamı kendi dışından bakılarak araştırılamaz olan bir şey olabilir mi?
Eğer Tanrı'nın yaşamlarımıza bizim anlayamayacağımız bir anlam verdiği varsayılırsa, bu çok fazla bir rahatlık sağlamaz. Nihai bir açıklama olarak olduğu gibi nihai bir gerekçelendirme olarak da Tanrı, sormaktan vazgeçemeyeceğimiz bir soruya verilen anlaşılmaz bir cevap olabilir."
Kaynak: Thomas Nagel, Her Şey Ne Anlama Geliyor. Felsefeye Küçük Bir Giriş, çev. Hakan Gündoğdu, Paradigma, 2004, s. 70.

20 Mart 2010 Cumartesi

Umut ve Arayış

Herakleitos, Fragman 18:
"Umut edilmeyeni umut etmezsen, onu bulamazsın.
Çünkü ne bir iz vardır ne de bir yol."

Herakleitos, Fragman 22:
"Altın arayanlar çok fazla toprak kazarlar ve çok az bulurlar."

Kaynak: Herakleitos, Fragmanlar, çev. Cengiz Çakmak, Kabalcı, 2005.

14 Mart 2010 Pazar

BirGün Kitap Eki için Mustafa Erden Kahveci’ye verdiğim röportaj

‘Aynadaki Narkissos’ kitabınızda varlık kavramını ele alırken hem Batı hem de Doğu düşünürlerinin fikirlerinden alıntılar yapıyorsunuz. Sizce konuya bu tarz bir yaklaşım dilsel bir sorun doğurur mu? Ya da Batı’nın insan anlayışla Doğu’nunki arasında sizce ne gibi bir bağlantı var?
Doğu-Batı karşıtlığı bana kalırsa bir klişeden ibaret. Bu yanlış bakış açısı dünyayı sadece karşıtlıklar üzerinden okumaya zorluyor bizi. Doğu ile Batı arasında sadece düşmanlık, uzlaşmaz bir ayrılık varmış gibi bir izlenim yaratıyor. Bu ayrım bu iki dünya arasındaki benzerlikleri, koşutlukları ihmal ediyor. Dünyayı bu şekilde ikiye bölmek, daha en başından onu anlama imkânını ortadan kaldırıyor. Bu klişe, dünyanın ortak kültürel mirasını, insanlığın ortak hislerini keşfetmemize, kendimizi başkalarının yerine koyarak düşünmemize engel oluyor. Bu klişe, düşmanca bir tutum üretmenin gerekçesi haline geldi neredeyse. Dünyayı Doğu-Batı kutupsallığına indirgeyerek algılamaktan kurtulmamız lazım. Her iki kitabımda da insanın insanlaşması, hayvan-insan ayrışması, insanın kültürel evrimi ve tabiattaki ayrıksı konumu üzerine durmaya çalıştım. Bunu, Doğu-Batı kutupsallığı tezi gibi dar bakış açısı ile yapamazsınız, daha geniş bir perspektife ihtiyaç var.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Şebnem Akçıl'ın BÜMED Dergi İçin Yaptığı e-Röportaj

Ş.A.:Dolaylı Hayvan’da insanın izini sürüyorsunuz. Onun arkasında bıraktığı izleri okumaya, çelişkili doğasını anlamaya çalışıyorsunuz. Şöyle başlayalım mı: Dolaylı ve doğrudan hayvan ayrımından ne anlamamız gerek?

E.K.:Dolaylı Hayvan’da insana ve hayvana dair bir şeyler söylerken, insanın kendine ve içinde yaşadığı dünyaya yönelik olarak kurguladığı, tahayyül ettiği bir külliyata dayanıyorum. Bu külliyat nedir? Tarihöncesi taş, kemik veya kaya üzerindeki çizimler, oymalar, heykelciklerden tutun da, mitlere, folklora, dinsel anlatılara, çeşitli sanat eserlerine, edebiyata kadar geniş bir malzeme yığını. Bunlar insan zihninin, kendine ve kendi dışındaki dünyaya ilişkin duygu ve düşüncelerinin bir kaydıdır. Bunlardan yola çıkarak insanın kendini nasıl anlamlandırdığını, dünyadaki hayatını nasıl gördüğünü anlamaya çalışıyorum. Ruh dediğimde, tanrı dediğimde, kamil insan dediğimde, nefs hayvanı dediğimde insan zihninin ürettiği kavramlardan, bunlar dolayımıyla kendine ayna tutmasından söz ediyorum. İşte insanı dolaylı yapan da budur. Kendine bir ayna arayışıdır. Hayvan ise aynaya ya kayıtsızdır ya da aynada kendini değil bir başka hayvanı görür. Hayvan doğar, büyür, avlanır, çiftleşir, ürer ve ölür. Her hayvan için işleyen bu yaşam döngüsünün kendisi, hayvan için bir melese değildir. Oysa insan kendi hayvanlığını mesele edinmiştir. Bu nedenle ona dolaylı hayvan diyorum. Yani insan hayvan gibi “doğa”da yaşamaz. Doğayla doğrudanlık insanın büyük ölçüde yitirdiği bir şey. İnsan doğada değil, bir “dünya”da yaşamaktadır. Dolaylı Hayvan bu dünyayı, yani insanın iç dünyasını ve dış dünyayı kendi iç dünyasına nasıl kattığını anlatmaya çalışıyor diyebiliriz.

24 Ocak 2010 Pazar

Vahşi Kapitalistlere Karşı "Vahşi" Yerliler

Avatar, bazı sinema eleştirmenlerince hemen “solcu” bir film olarak sınıflandırıldı ve Amerika’nın doğayı tahrip eden vahşi ekonomisinin ve onun üretim-tüketim kültürünün çıkarları doğrultusundaki yayılmacı emellerinin bir eleştirisi sayıldı. Dahası Amerika’nın kurucularının kıtanın yerli halkına uyguladıkları soykırımı hatırlatan alegorik bir hikâyesi olduğunu hemen herkes anladı. Özetle film anti-kapitalist, anti-militarist, anti-Hıristiyan, çevreci, insan haklarından yana bir film olarak görüldü. Bütün bunlar filmin görünen yüzü elbette. Ama film, ona atfedilen niteliklere sahip mi gerçekten? Yoksa bize bildik bir masalı, kimi Hollywood klişelerini tekrarlayan; çağın çevrecilik modasına uymuş, ama aslında hiçbir ciddi eleştiri getirmeyen, yeni görsel-işitsel teknolojilerle göz boyayan ve aslında Amerikan halkının vicdanı olarak günah çıkartma cesaretine sahip olmayan bir film mi?
Avatar, Hollywood fabrikalarında üretilmiş pek çok kurgu-bilim film gibi bize “başka” bir dünya kurmaya kalkışırken aslında bilinen hayatın sınırları dışına çıkamıyor. İnsan hangi gezegene giderse gitsin dünyayı da beraberinde götürüyor işte. Film, dünyamızın akıldışı eğilimlerine masalsı bir görünüm kazandırırken, bize dünyanın sonu konulu kehanetleri, eskatolojik mitleri tekrarlıyor. İlerlemeci bir toplumda teknolojik gelişmelere karşı bir ahlak geliştirme konusunda daima geri kalındığını yineliyor. Peki bu kıyamete doğru hızlı gidişten Kurtuluş nedir? Beyaz adamın Kızılderiliye dönüşmesi, kapitalistin neolitik avcı-toplayıcıya dönüşmesi gibi basit bir saf değiştirmeyi, bir haklı “ihanet”i, bir geriye gidişi, uygarlığın daha geri bir evresine dönmeyi öneriyor. Bu, Timothy Treadwell’in tersine evrim geçirerek ayı olmak istemesi kadar bön bir öneri. Sistemin politik öznesi olmayan iyi ama güçsüz beyaz adam, özürlü bedenini (özürlü olmasını Amerika'nın bastırılan, utanılan, karanlık koloni geçmişi olarak görebilir miyiz?) geride bırakıp, kendini ruhen ve zihnen harika bedenli Navi ırkından bir bedene aktararak, mükemmel melezliğe ulaşıyor. Kahraman Amerikalı bu kez Navi kılığında yine iş başında. Beyaz adamın kendi sisteminde sahip olamadığı, eksik kalan şey, Navilerin dünyasına transfer edilmesiyle tamamlanıyor. Beyaz adam, yine kötü beyazın işgali karşısında kendi kaderlerini çizme iradesi eksik saf, çocuksu ama vicdanlı yerlileri, hayvanıyla insanıyla bilinçlendiriyor ve destansı birlikten kuvvet doğar düsturuna inandırmayı başarıyor. Pandora’nın güçlü-mavi bedenli beyaz-ruhlu melez politik öznesi, özgürlük bayrağıyla en ön safta; Amerikanın vicdanı olarak kötü, yani aşırı gelişmiş Amerikalılara karşı (ne yazık ki bunlar birkaç kötü Amerikalı değil, Amerikan sisteminin ta kendisi) savaşıyor. Zafer Navilerindir. Gerçekten safça bir iyimserliğe kapılabilir miyiz? Vicdanımız rahatlamış mıdır? Her şey bu kadar basit olabilir mi?

18 Ocak 2010 Pazartesi

Avatar’ın Romantik ve Totaliter Dünyası


Birkaç gün boyunca filmin dayandığı dünya görüşünü, kısa bölümler halinde ele alıp eleştirmek niyetindeyim. Bunlardan ilki; filmin, “mükemmel melez” diye ifade edebileceğim kavramla ilgili olan yanı. Pandora halklarından Na’viler bir insan-hayvan melezi. Bu melezlik, onları gerek insanların gerekse hayvanların zaaflarından tenzih etmek üzere işlev görüyor. Melezlikte her iki türün mükemmel nitelikleri bir araya gelmiş ve ortaya “mükemmel melez” çıkmış. Na’vi ırkının insan ırkından üstün olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bakımdan bir “üstün ırk” düşüncesi taşıyor; Na'viler, deyim yerindeyse James Cameron'ın ari ırkı.
Mükemmelliklerinin bir sonucu da doğayla ve birbirleriyle mükemmel uyumları. Aralarında herhangi bir çatışmaya şahit olmuyoruz. Bir Na'vi erkeğinin hemcinsiyle bir kadın için dövüşmesine gerek yok; zira tüm kadınlar güzel, yaşlısı da genci de hepsi de atletik ve cezbedici. Hasta, zayıf bir birey görmüyoruz aralarında. Henüz dünya ile tanışmamış genç Sidharta’ya anlatılan sahte, masalsı dünyayı andırıyor Na'vilerin dünyası.
Na’vi bireyleri arasında tuhaf bir tektiplik var. Totaliter toplumları akla getiren bu tektiplik, yanlızca ırksal değil, doğal olarak aynı zamanda kültürel ve dinsel bakımdan da bir tektiplik. En yaşlı ve en bilge üyenin önderliğinde, avcı toplayıcı bir ekonomiye sahip geleneksel bir kabile toplumu Na’viler; büyük, kalabalık ve uyum içinde yaşayan bir aile. Çizilen bu ütopya, tüm ütopyalardaki o büyük zaafı da taşıyor, yani herkes için tek bir iyi ve güzelin olduğu varsayımından hareket ediyor. Büyük Na'vi kabilesinin her bireyi, bu ortak iyi ve güzel çevresinde birlik ve beraberlik içinde birbirine kenetlenmiş durumda. Seyirciye çok hoş bir şeymiş gibi sunulan bu çatışmasızlık ve tektiplik ne kasvetli, ne korkunç bir şey… Filmin yönetmeni bir röportajda, Pandora’da doğacağımı bilsem hemen intihar ederim demiş. Evet Pandora bir cennet, ama yaratıcısını bile kandıran sahte bir cennet!

17 Ocak 2010 Pazar

"Dolaylı Hayvan" Üzerine Gülenay Börekçi İle e-Röportaj


Gülenay Börekçi ile 2 Aralık 2009’da yapılmış bu röportaj metni, yeniden kurgulanmış bir biçimde HaberTürk gazetesinin 13 Aralık 2009 tarihli Pazar ekinde yayımlandı.


G.B.: Eski dönemlerin inanışları bugünkü inanç sistemimize uymuyor olabilir, ama onlar aynı zamanda bizi oluşturan geçmişin, kültürümüzün basamakları. Artık geçerliliği olmayan bir inanç sistemini yok saymanın sakıncaları var mıdır, nelerdir?E.K.: Dini inançlardan söz ettiğimizde son derece arkaik bir şeyden söz ediyoruz aslında. “Bugünkü inanç sistemimiz” dediğimizde, bilinen en eski dönemlerden başlayıp en son dini inanç sistemlerine kadar içinde pek çok düşünce ve inanç unsuru barındıran çok katmanlı bir bütünden söz ediyoruz. Örneğin yaratılışa, tufana ilişkin bugün inanılan şeylerin kökenleri Sümer’e kadar gidiyor. Ya da Gılgamış’ın macerası bugün de bize çok şey ifade edebiliyor. Temel insanlık durumu söz konusu olduğunda genel ilkeler açısından geçmişle bugün arasında temel bir farklılık olmadığı söylenebilir. Farklılıklar ayrıntılarda, inancın gerekçelendirilmesinde ya da rasyonalizasyonunda. İnanç sistemleri insanların soyutlama yetileri geliştikçe daha inceliyor, ayrıntılanıyor, derinleşiyor, çok katmanlı bir hal alıyor, dilsel anlatımı ve simgeleri billurlaşıyor. Dini düşünce en basitinden en karmaşığına, hayata, insana, varoluşa ilişkin bir şeyler söyleme ihtiyacına hizmet etmek zorundadır. Elbette günümüz insanını anlamak için sosyolojiye, psikolojiye vs. olduğu kadar din tarihine de ihtiyacımız var. Dinler arasında tarihsel bir karşılaştırma, ufkumuzu genişletir.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Musa ve Su

Tevrat’ın Çıkış bölümünde anlatıldığına göre, bir Mısır prensesi nehre yıkanmaya gittiğinde sazların arasında bir sepet farkeder ve sepeti açınca içinde bir bebek olduğunu görür. Onu bir süt anneye verir ve adını da onu sudan çıkardığı için Moşe, yani "sudan çıkarılan" koyar (Çıkış, 2:10).


Antik kaynaklarda da Eski Mısır dilinde mo’nun "su", uses ekinin ise "-den çekilmiş" anlamına geldiği yazılmıştır (Josephus Flavius, Antiquites, 2:9:6; Philo, De Vita Moses, 2:17).


İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde mu’nun Kıptîce "su", sa’nın ise ağaç anlamına geldiğini öne sürer. Bu iddiaya göre, ona Musa ismi verilmişti, çünkü içinde bebek Musa’nın bulunduğu sepet, ağaç altında durmuştu.


Freud, Çıkış’taki etimolojik açıklamayı tatmin edici bulmaz; Mısırlı bir prensesin çocuğa İbranice bir isim vermesi mantıksızdır. Aslında bu isim Eski Mısır dilindeydi Freud’a göre. Oğul veya ‘-den doğma’ anlamındaki moşe yani mose birçok firavun isminde görülüyordu: örneğin Ptah-mose: Ptah’ın oğlu, Tout-mose: Thoth’un oğlu, Ra-mose (Ramses): Ra’nın oğlu gibi.
Freud’a göre çocuğun çekilip alındığı sular Nil suları değil anne sularıdır, yani amniyotik sıvıdır.


Kaynaklar:
Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, c. I, s. 218-219.
Philippe Borgeaud, Dinler Tarihinde Başlangıçlar, s. 90.
Sigmund Freud, "Musa ve Tektanrıcılık", Dinin Kökenleri içinde, s. 232.
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çev. Ekrem Demirli, s. 221.

13 Ocak 2010 Çarşamba

M ve Su




Avrupa arkeolojisi profesörü olan Marija Gimbutas, eski Avrupa’da 6. ve 5. binyılda kapların üzerindeki temel süsleme motifinin tek, çift veya üçlü M işaretleri olduğunu söylüyor. Ayrıca bu işaretler Ortadoğu’nun Neolitik dönem seramiklerinde, Mısır’da Naquade I döneminin tabaklarında da görülüyor. M işaretleri kimi zaman tek başına bir kabın süslemesini oluştururken, kimi zaman sapların üzerine ya da altına oyulmuş; kimi zama ise bir üçgenle, kareyle veya mercek şekilli bir panelle çevrelenmiş durumda. Bazen de noktalı veya kesikli çizgilerin, M işaretini süslediği görülüyor. Gimbutas, M işaretinin suyla ilgili anlamının, mu, yani “su” anlamına gelen Mısır hiyeroglifi M’de, ve yine aynı anlama gelen mu kelimesini gösteren eski Yunan harfi M’de yaşadığını hatırlatmakta.

Kaynak: Marija Gimbutas, The Language of The Goddess, s. 19-20.


Şekil 1: M simgesi, suyla ve Tanrıça’nın hayat verme işleviyle ilgili. Sıklıkla kapların üzerinde temel süsleme olarak resmedilmiş veya kazınmış. Örnekler: (1) İçi noktalarla doldurulmuş bir M ve her iki yanında içi noktalarla doldurulmuş su akışını gösteren kuşaklar (Hollanda, MÖ 5300-5100). (2) Bir askosun (eski Yunanda yağ gibi sıvıları az miktarda akıtmak için kullanılan bir kap) ön yüzüne kazınmış üst üste bindirilmiş ve içi kesik çizgilerle süslenmiş iki M (Macaristan, MÖ 5200-5000). (3) Yunanistan bulunmuş ve geç Neolitik döneme ait bir çömlek parçası üzerindeki çift M (Yaklaşık olarak MÖ 5. binyılın sonları). (4) Üst üste bindirilmiş üç M (Fransa, Şeritli Çömlek kültürü).

5 Ocak 2010 Salı

Zikzaklı Çizgiler, M İşareti ve Su












Marija Gimbutas, Avrupa’da olduğu kadar tüm dünyada da bütün tarihöncesi devirlerin ikonografisinde zikzak veya yılankavî çizgilerin suyu simgelediğini tespit etmiştir. Zikzaklı çizgiler, kaydedilmiş en eski simgesel motiflerdir. Neanderthallerin bu işareti MÖ 40.000’lerde veya daha da eskilerde kullanmış olduğu düşünülmektedir. 1970’lerin başlarında, J. Kozlowski, Bulgaristan’daki bir kazıda (Bacho Kiro’daki Mousterien sit alanı), üzerine zikzaklı çizgiler kazınmış bir kemik parçası buldu. Kemik bir mikroskop altında incelediğinde kazıma işinin gelişigüzel olmadığı, maksatlı yapıldığı anlaşıldı.
Gimbutas, üst paleolitik devirde, zikzakların yaygın bir motif olduğunu ve insan biçimli kuş, balık ve fallik imgelerle ilişkili olarak görüldüğünü belirtmektedir. Güney Fransa’da Les Eyzies’deki Cro Magnon sit alanında yapılan bir kazıda bulunan ve yaklaşık MÖ 30.000’e (Aurignacien devri) tarihlenen bir rengeyiği kaburga kemiği üzerinde insansı bir figür göze çarpmaktadır (Şekil 1). Gimbutas, bu figürün başını kuş başına benzetiyor ve kuş ile bu figürün üzerindeki M ve zikzak motiflerinin ilişkisi üzerine yoğunlaşıyor. Gimbutas'a göre eğer bu figürün başı bir su kuşuna ait ise, o zaman üretici bir güç olan su simgesiyle işaretlenmiş en eski insan-su kuşu melezinin tasviriyle karşı karşıyayız.
Eski Avrupa’da Magdalenien devirlerde ve sonrasında zikzaklar ve onun kısaltılmış bir çeşiti olan M’ler, uterus ve mercek veya vulva şekilleri içinde görülmektedir. Bu nedenle Gimbutas; zikzaklar ve M’ler ile dişil ıslaklık, amniyotik sıvı arasında simgesel bir ilişki olduğunu düşünmektedir (Şekil 2).
Kaynak: Marija Gimbutas, The Language of The Goddess, s. 19.






4 Ocak 2010 Pazartesi

Habil-Kâbil

Dolaylı Hayvan'da Habil-Kâbil mitini yorumlarken iki kardeşin bir karşıtlığa tekabül ettiğine dikkat çekmiş ve ikisi arasındaki kavganın temelde iki ayrı üretim biçimi ve bunlara ait kültürel ve dinsel değerler olduğunu savunmuştum. Sümer kaynaklı benzer bir mite de dikkat çekmiştim. Değerli bir mit araştırmacısı olan Joseph Campbell'in birkaç ay önce yayımlanan Mitolojinin Gücü isimli harika söyleşisinde, benim Dolaylı Hayvan'da ortaya koyduğum Habil-Kâbil yorumunu destekleyen fikirler bulmak heyecan verici oldu. Joseph Campbell bu uzun söyleşiyi, Bill Moyers ile 1985 ve 1986 yıllarında yapmış. Campbell iyi ve galip ikinci oğula dikkat çekerek şöyle diyor:

"İkinci oğul sonradan gelendir, yani Yahudilerdir. Büyük oğul ya da Kenanlılar orada daha önceden beri yaşamaktadır. Kabil tarım temelli şehrin bulunduğu konumu temsil eder." (s. 142)

Campbell, gökten düşen ve ikiz çocuklar doğuran bir kadına ilişkin İrokua mitini yorumlarken Habil-Kâbil meselesini anlamamıza ışık tutan şu sözleri söylüyor:

"İkizler iki karşıt ilkeyi temsil eder.... İrokua hikâyesinde ikizlerden birisi Tomurcuk ya da Bitki çocuktur, diğerinin adı ise çakmaktaşı’dır.... Burada Çakmaktaşı ve Bitki çocuk iki [ayrı] geleneği temsil eder. Çakmaktaşı hayvanları öldürmek için bıçak olarak kullanılır, bu yüzden adı Çakmaktaşı olan ikiz, avlanma geleneğini temsil eder. Bitki çocuk ise tabii ki tarım ilkesini temsil eder.
Kitabı Mukaddes geleneğinde, bitki cocuk Kabil, Çakmaktaşı çocuk ise bir avcıdan ziyade hayvancılık yapan Habil’dir. Bu yüzden Kitabı Mukaddes’te tarımın karşısında hayvancılık vardır ve nefret edilen taraf tarım tarafıdır. Bu, tarım kültürü dünyasına gelen ve topraklarını zaptettikleri halkları karalayan bir avcılık ya da hayvancılık halkının mitidir." (s. 142)

2 Ocak 2010 Cumartesi

Aynanın İlk Resmi


Yaklaşık olarak 77.000 yıllık bu nesnenin üzerindeki motifler dikkat çekici (Resmin kaynağı: Michael Balter, "Sanat ve Simgeselliğin Kökenleri Üzerine", Bilim ve Teknik, Haziran 2009, s. 55). Refleksif bir aklın oluşumunu anlamamıza katkıda bulunabilecek bir kanıt olarak değerlendirilebilinir mi? Bir hat üzerine dizili üçgenlerin hattın alt kısmında yansımalar şeklinde çoğaltılmış olması aşağıdaki türden peysajları anımsatıyor (Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün, Atlas, Aralık 2009) .




1 Ocak 2010 Cuma

Dolaylı Hayvanın Peşinde

Yaklaşık olarak MÖ 31.000'e tarihlendirilen bu fildişinden yontulmuş heykelcik, Güney Almanya'daki Hohlenstein-Stadel mağarasında bulunmuş. Hayvan başlı insan gövdeli bu figür, dolaylı hayvana ait en eski buluntulardan biri. Bu, ne olduğunu bilmesek de bir "mit"in varlığına da işaret eder gibi. (Resmin kaynağı: Julian Bell, Sanatın Yeni Tarihi, NTV Yayınları, s. 12.)