20 Ağustos 2012 Pazartesi

KURUCU ŞİDDET MİTİ -8: Eski Çin—Ölerek Yaratma


Çin mitolojisinde bir yumurtadan çıkan P’an-ku ilk mekânı açmakla kalmaz ona biçim de verir. On sekiz bin yıl boyunca rahatça hareket edebileceği genişliğe ulaşana kadar göğü itmiş, sonunda emeline ulaşmıştır. Artık dinlenebilecektir. Yere uzanıp uykuya dalar. Uykusunda ölür ve devasa gövdesi –ölümleriyle tabiatı besleyen bitki ve hayvanlar gibi– evrene biçim ve can verir. Saçı ve kaşları yıldız ve gezegenleri, sol gözü güneşi, sağ gözü ayı, eti toprağı, kanı okyanusu ve ırmakları vs. oluşturur. Bu ilk kozmogoni kurbanının başı, ayakucu, sağ ve sol kolları kare biçimindeki evrenin dört temel noktasıdır ve buralarda birer sütun gibi göğü tutan doğu, batı, kuzey ve güney dağları yükselir. Gövdesi ise beşinci ve merkezi noktadır.
Hindu imgeleminde de bin başlı, bin gözlü Puruşa, Pa’n-ku gibi dünyanın yaratılmasına sebep olan ilk kurbandır.
Onun ağzı Brahman oldu, kolları savaşçılar, bacakları Vaişyalar oldu, ayakları ise Şudralar. Ay onun aklından, güneş onun gözlerinden doğdu; İndra ve Agni ağzından, Vayu ise soluğundan türedi. Göbeğinden hava, kafasından gökyüzü meydana geldi. Ayaklarından dünya, kulağından yönler; dünyalara biçim verdiler. (Rigveda X, 9:12-14)

İnsan bedeninin ve organlarının diğer tüm mekânsal ayrışmaları özce bünyesinde barındırdığı inancının temelleri burada yatar. Dünya denilen ayrışmış mekân bu bütün gövdenin bölünmesinin, yani ilk kurbanın sonucu olarak görülür. Örneğin Puruşa her şeydir, olmuş ve olacak olan her şey (Rigveda, X, 9:2). Dünyanın parçaları onun bedeninin parçalarından başka bir şey değildir.

KURUCU ŞİDDET MİTİ-7: Öldürülen Kaos

Şu Toacu mit, Kaos’un, uygarlaştırıcı güçlerin "saldırısı", doğuma zorlayıcı müdahaleleri sonucu kozmoslaştırıldığını söyler bize:
Başlangıçta biri güneyde diğeri kuzeyde iki okyanus ve merkezde de bir kara parçası varmış. Güney okyanusunun efendisi Şu (Dikkatsiz), Kuzey okyanusunun efendisi Hu (Aceleci) ve merkezdeki kara parçasının efendisi Hwun-tun, yani Kaos imiş. Kaos burun delikleri olmadığı için nefes alamamakta, ağzı olmadığı için yemek yiyememekteymiş. Hu ve Şu onun için ne yapabileceklerini tartışmışlar ve sonunda her gün ona bir delik açmaya karar vermişler. Yedinci günün sonunda görmeye, işitmeye, nefes almaya ve yemek yemeye başlayan Kaos ölmüş.
Anlaşıldığı üzere Kaos’un ölmesi Kozmosu doğurmuştur. Bunu şöyle de anlayabiliriz, Kaos, kuzey ve güney, yani iki karşıt gücün, muhtemelen örtük bir biçimde eril ve dişil güçlerin kuşattığı bir okyanusta onlar tarafından biçimlendirilen bir cenin gibidir ve sonunda gelişimini tamamlar, sulardan çıkar ve nefes alan bir kara parçası, canlı bir tabiat olarak doğar. Başka bir açıdan ölerek/öldürülerek dünyayı meydana getiren tanrılara örnektir.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

KURUCU ŞİDDET MİTİ -6: Tabiatın Terbiyecisi Olarak Tanrı


Bütün kuruluş anlatılarında, vahşi olan, güdüsel olan, hayvani olan, bastırılmış olan; uygarın, bilincin, beşerin üzerinde yükseldiği temeli oluşturur. Yeryüzünü kurma işi bir dağınıklığı, bir düzensizliği, bir biçimsizliği veya bir aşırılığı, düzene sokma, biçimlendirme, sınırlandırma işidir. Eski Ahit’in tanrısı, rakip güçlere, karanlığa, kozmik ve kaotik sulara meydan okuyarak, dünyanın egemenlerinin güçlerini yok ederek "gökleri perde gibi gerer, çadır gibi kurar (Yeşaya, 40:22-23).

"Gökleri bir çadır gibi geren, evini yukarıdaki sular üzerine kuran, bulutları kendisine savaş arabası yapan, rüzgârın kanatları üzerinde gezen, rüzgârları kendisine haberci, yıldırımları hizmetkâr eden sensin." (Mezmurlar 104:2-4).

Evrenin kuruluşunda Yaratıcı ile Sular arasında amansız bir mücadele vardır. Kitabı Mukaddes’te Enginler diye geçen ve başlangıçta var olan bu kaotik güçler çeşitli isimlerle çıkar karşımıza Rahav, Livyatan, Behemot (Hayvan) Ejderha, Kıvrılmış yılan:

"Sen Rahav’ı leş ezer gibi ezdin. Güçlü kolunla düşmanlarını dağıttın.... Dünyanın ve içindeki her şeyin temelini sen attın" (Mezumurlar 89:10-11).

"Gücüyle denizi çalkalar. Ustaca Rahav’ı vurur. Gökler O’nun soluğuyla açılır. O’nun eli parçalar kaçan yılanı" (Eyüp 26:12-13).

"Gücünle denizi yardın. Canavarların kafasını sularda parçaladın. Livyatan’ın başlarını ezdin" (Mezmurlar 74:13-14).

"Rahav’ı parçalayan, deniz canavarının bedenini deşen sen değil miydin? Denizi, engin suların derinliklerini kurutan, kurtulanların geçmesi için denizin derinliklerini yola çeviren sen değil miydin?" (Yeşaya 51:9-10).

"Yeryüzünü temeller üzerine kurdun, asla sarsılmasın diye. Engini ona bir giysi gibi giydirdin, sular dağların üzerinde durdu. Sen kükreyince sular kaçtı, göğü gürletince hemen çekildi. Dağları aşıp derelere aktı, onlar için belirlediğin yerlere doğru. Bir sınır koydun önlerine, geçmesinler, gelip yeryüzünü bir daha kaplamasınlar diye." (Mezmurlar 104:5-9).

"Rab göklerden gürledi, duyurdu sesini Yüceler Yücesi, dolu ve alevli korlarla savurup oklarını düşmanlarını dağıttı. Şimşek çaktırarak onları şaşkına çevirdi. Denizin dibi göründü yeryüzünün temelleri açığa çıktı ya Rab, senin azarlamandan, burnundan çıkan güçlü soluktan. (Mezmurlar 18:13-15).

20 Temmuz 2012 Cuma

KURUCU ŞİDDET MİTİ -5: Eski Mezopotamya–Sümer


  
Theogonia'dan daha eski olan Enuma Eliş, başlangıç güçlerini kaosun güçleri olarak tasvir eder:

Yükseklerdeki göğün daha ismi yokken
Ve altındaki yere daha isim konulmamışken,
babaları tarihten yaşlı Apsu ile
Anaları kargaşa Tiamat’ın
Suları karıştı birbirine
oluşmadı hiçbir tarla, görünmedi hiçbir bataklık
Ve yaratılmadı daha tanrıların hiçbiri
Ve olmadı hiçbir şeyin ismi, çizilmedi hiçbir yazgı
Yaratıldı sonra gökte tanrılar
Vücuda getirilidi Lahmu ve Lahamu...


Marduk
Bu Sümer mitine göre, başlangıçta bir deniz vardır ve bu deniz dişi Tiamat (denizlerin tuzlu suyu) ile eril Apsû’nun (tatlı yeraltı sularının) biteviye çiftleşmesinin ürünüdür. Apsu ile Tiamat’ın çiftleşmelerinden Lahmu (erkek) ve Lahamu (dişi) isimli ejder benzeri varlıklar (tanrılar) doğar. Bu vahşi çiftler sürekli olarak kendi vahşetlerini üretmektedirler. Babil tanrısı Ea’nın (Eridu şehrinin tanrısı) (Sümerlilerin Enki’si) Apsu’yu öldürmesi üzerine Tiamat kendi öz oğlu Kingu ile evlenir ve bu ensesten on bir canavar doğar ve bunlar vasıtasıyla Ea’dan Apsu’nun öcünü almak ister. Ama Tiamat’a karşı koyma cesaretini Marduk gösterir; on bir canavarı zincirleyip yer altına hapseder. Marduk Kingu’nun göğsünden Kader Yazıtları’nı söküp kendininkine bağlar. Tiamat’ı kabuklu bir deniz hayvanı gibi ikiye böler ve parçalardan birini yüksekteki suların, yani göksularının dünyayı basmasını önlemek üzere gök kubbe olarak kullanır, diğerini de yeryüzü ve deniz için kayalık temel olarak kullanır. Kingu’nun kanından da insanı yaratır. Bu en eski mite göre insanın hamuru kötülük ilkesiyle yoğrulmuştur. Şeytan basitçe kötü değildir; aşağılık, ilkel, vahşi, sakil, hayvansı, çocuksudur; ayrıca güçlü, zaptedilmez, canlı ve kendiliğindendir. İdin bir görünümü olarak hem ilkel, aşağılık ve hayvanidir ama hem de insanı kendi sınırlarını aşmaya iten güçlerin fışkırdığı kaynaktır. Lucifer’dir, yani "ışık taşıyan"dır, "Cennet’ten düşmüş bir kıvılcım," dünyanın şafağında beliren bir sabah yıldızıdır.

19 Temmuz 2012 Perşembe

KURUCU ŞİDDET MİTİ -4: İkinci Kuşak Müstebit—Zeus



Zeus ve
Dev Porphyrion
Gaia Zeus’u büyütür ve babasına karşı zafer kazanmak istiyorsa devlerin (tepegözler ve yüzkolluların) desteğini alması gerektiğini söyler. Zeus devleri (amcalarını) Tartaros’dan kurtarır ve onlara silahlarını, yani, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırımı geri verir ve bu sayede Titanlara karşı savaşı kazanır. Kronos’u tahtından indirir. Yediği bütün kardeşlerini kusturur. Kendi egemenliğini kurar.


Üç yüz taş birden fırladı
bu devlerin güçlü kollarından
Kapkara saldırılarla ezdiler Titanları
yol yol toprağın altına tıktılar onları,
vurdular zincire yendiklerini
ve gökler ne kadar uzaksa topraktan
toprağın o kadar altına gömdüler onları,
Bir örs gökten düşse dokuz gün, dokuz gece
ancak onuncu günü varabilirdi yeryüzüne
ve tunç bir örs düşse yeryüzünden ancak
dokuz gün, dokuz gece sonra varabilir Tartaros’a
Tunçtan bir duvar çevirmiştir orayı
üç kat karanlık sarar dar boğazını,
üstünde kökleri bitegelmiştir toprağın
ve ekinsiz, uçsuz bucaksız denizin
İşte orada saklıdır Titanlar karanlıkta
bulutları toplayan Zeus’un istemiyle
Güçleri yetmez çıkmaya oradan
Poseidon kapamıştır tunç kapıları
dört bir yanda yükselir duvarları*


Yüzkollulardan üçü, Gyes, Kottos ve Briareus tunç kapıların önünde nöbet tutar.

*(Hesiodos, Teogonia, çeviri: Azra Erhat)

18 Temmuz 2012 Çarşamba

KURUCU ŞİDDET MİTİ -3: Babadan Miras İstibdat—Kronos



Uranos’un iktidarı yıkıldıktan sonra evrenin hakimi Kronos olur ve çok geçmeden o da babası gibi müstebit olduğunu gösterir. Titanlar Titanitlerle evlenir. Devleri (Tepegözleri ve Yüzkolluları) Tartaros’a kapatır. Tartaros Ölüler Diyarının da altındadır, dünyanın en dibidir; burası o kadar derindir ki dünyanın temelleri buradadır. Burası dünyanın bilinçdışı gibidir, bastırılmış tüm güçler buraya hapsedilmiştir. Kronos, karısı ve kız kardeşi Reia’dan (altı Titanitten birisidir) doğan tüm çocukları yemektedir. Çocuklarının kendi tahtını ele geçirmesinden korkmaktadır. Anası Gaia ve Babası Uranos, Zeus’u, Kronos’tan nasıl kurtaracağını Reia’ya anlatırlar. Reia, Zeus’u doğurduğunda Gaia’ya verir Gaia da onu bir mağarada saklar. Kronos’a çocuk yerine kundaklanmış bir taş verilir. Kronos’un gözü öylesine dönmüştür ki bu kundaklı taşı yutar; onun sahte bir "yiyecek" olduğunu fark etmez bile.

Goya'nın resimi için bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87ocuklar%C4%B1n%C4%B1_Yiyen_Sat%C3%BCrn

16 Temmuz 2012 Pazartesi

KURUCU ŞİDDET MİTİ -2: Eril İstibdat—Uranos


Olimpos dini sistemine göre başlangıçta Boşluk yani Kaos vardır. Kaos, Kozmosun karşıtı olarak yıkıcı, düzen bozucu, yok edici yönleriyle bilinir daha çok; ama yaradılışın kökeninde Koas’un doğurganlığını görmek ilginçtir. Karanlık bir boşluk olan Kaos evrensel bir vulva olarak doğurur. Varlık, karşıtı olan Yokluktan doğmuştur.

Hesiodos’un (MÖ 700 civarı) Teogonia-Tanrıların Doğumu isimli anlatısına göre Kaos’tan doğan ilk varlık Gaia’dır, yani Yeryüzü/Toprak. Onun hemen ardından da İlk Eros doğmuştur. Cinsiyetsiz Kaos’tan doğan Gaia dişidir. (Gaia ile birlikte Gece –göğün karanlığı– yani tanrıça Nyks ile onun kız kardeşi ve yeraltı karanlığının kişileştirilmiş biçimi tanrıça Erebos da doğmuştur) Kendinden başka bir varlık mevcut olmadığından Gaia’nın kendini sevmekten başka çaresi yoktur.

Nasıl ki Kaos kendi içindeki saklı başkayı Gaia’yı doğurmuştur. Gaia da kendideki başkayı doğurur. İlk kaynak, kendi kendisinin kaynağıdır. Yani kendini kendisinden doğurmak durumundadır.

Tanrıça, Büyük Ana olarak her şeyden öncedir; ilk başlangıçtır; her şeyin içinden çıktığı rahimdir; dünyanın gizilgücüdür. Gaia kocasız bir anadır, herhangi bir şeyle birleşmeden kendi karşıt ikizi ve kocası Uranos’u, yani İlk Babayı, Yıldızlı Göğü doğurur. Diğer tüm tanrılar Yer ile Göğün çocuklarıdır.

Gaia, eril Uranos’u (Gökyüzü) herhangi bir eril gücün döllemesi olmadan doğurmuştur. Daha sonra eril Dağları (tanrıların yaşayacağı yüksek dağlardı bunlar) ve azgın dalgalarıyla kabaran/dalgalı eril deniz Pontos’u doğurmuştur.

Gaia Uranos’la çiftleşir ve cinsel anlamda hazla kenetlenmişlikleri, ilksel "bütünlük"ün ifadesiydi. Gaia ve Uranos sonsuz an içinde var olmayı kesintisiz bir şekilde sürdürürler böylece. Gaia, bu daimi çiftleşmeden sürekli gebe kalır. Yerin rahminde bir sürü çocuk türer, ama Gök ile Yerin kenetlenmişliklerinden dolayı çocukların çıkacağı bir "dışarısı" yoktur. Rahme hapsolmuşlardır; ta ki, çocuklardan Kronos (Zaman) kendine bir tırpan yapıp babasının fallusunu kesene kadar. [Kronos’un kesip fırlattığı fallustan akan kanlar yere akar ve bu kanlarla Gaia bir kez daha döllenir: bu döllenmeden de "öç tanrıçaları" Erinysler, "parlak zırhlı, uzun kargılı" Gigantlar (Devler) ve Orman Perileri doğar. Kronos hadım edilince, Gaia bu kez Uranostan önce dünyaya getirdiği diğer eril güçle birleşir: Pontos (Dalga) ile birleşmesinden beş deniz tanrısı doğar: Nereus, Thaumas, Phorkys, Keto ve Eurybia.]

Uranos’un hadım edilmesiyle kenetlenmiş çift ayrılıverir; acıyla kıvranan Uranos, Gaia’nın üzerinden kalkar. Mekan ve zaman açılır. Mahsur kalmış çocuklar dışarı çıkar.

Benzer bir Maori (Yeni Zelanda) mitinde, kenetlenmiş Rangi (Gök) ile Papa’nın (Yer) daimi birleşmelerinden doğan çocuklar karanlığa hapsolmuşlardır ve günün birinde yerle göğü birbirine bağlayan "bağı" koparıp babalarını yukarı iterler ve dünya aydınlanır.

Kronos’un diğer kardeşleri eril altı titan (Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetus ve Kronos) ve dişil altı titanittir (Theia, Reia, Themis, Mnemosyne, Phoibe ve Tethys) ve kendi aralarında çiftler oluştururlar. Bunların ardından Kykloplar (Tepegözler: alınlarının ortasında tek bir göze sahiptirler): Arges, Steropes, Brontes (sırasıyla yıldırım, şimşek ve gökgürültüsünü akla getiren isimlerdir bunlar) ve Hekatogkheirler (Elli kafalı Yüz Kollular): Kottos, Briareus, Gyges.

15 Temmuz 2012 Pazar

KURUCU ŞİDDET MİTİ -1: İnsanın ve Doğanın Şiddeti


"Şiddet" kavramını öncelikli olarak "insanın insana yönelik olumsuz fiilleri" olarak düşünürüz. Her türlü zor kullanma, mala, ırza, haneye tecavüz, gasp, hırsızlık, darp, işkence, cinsel istismar, sistematik psikolojik baskı, ve en nihayetinde cinayetle en uç noktasına ulaşan fiillerdir bunlar. Bugün daha modern bir kavram olan "insan hakları" ihlalleri olarak anlıyoruz şiddeti.

İnsan aynı zamanda doğaya da bir şiddet uyguluyor. Başta insan olmayanlara, hayvanlara (aşırı avlanma, soyu tükenen hayvan türleri gibi); bitkilere (kesilen ağaçlar, yok edilen orman alanları, soyu tükenen bitki türleri gibi); doğanın diğer unsurlarına, doğal dengeyi bozacak türdeki her türlü müdahale; örneğin yeraltı sularının aşırı tüketimine yol açan tarımsal faaliyetler; sera etkisine ve küresel ısınmaya yol açan endüstriyel faaliyetlerin doğada yarattığı tahribatlar.

Bir de doğanın insana yönelik şiddeti var. Biraz kulağa tuhaf gelebilir bu. Şöyle ki: İnsan daima hayatın zorlu koşullarıyla karşılaştıkça Dünyanın kendine kastı olduğunu düşünmüştür. Buna isyan etmiştir. Çoğu kere de doğanın şiddetinin bir üst iradeden geldiğini düşünmüştür. Bu tür fiileri, örneğin doğal felaketleri işlediği şuçların cezası olarak görmüştür. Kısacası doğanın denetleyemediği büyük güçlerini kişileştirmiş, tanrılaştırmıştır. Fırtına, Yıldırım, Gökgürültüsü, Şimşek, Yağmur, Tufan/Sel/Taşkınlar, Güneş ve Ay tutulması, Gece, Kuraklık, Salgınlar, bütün bunlar insan hayatını olumsuz bir şekilde etkilediklerinden dolayı tanrıların insana yönelik şiddeti/hiddeti/gazabı olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle de dini ve mitolojik imgelemde büyük yer tutarlar. İnsanoğlu ona felaket getiren bu doğa olaylarından korkmuş, korktuğu bu güçleri onlara saygı duyarak, onlara kurbanlar sunarak çeresizce yatıştırmayı denemiştir.

Yaradılış mitleri/anlatıları, ensest, cinsel şiddet, cinayet ve kurban hikâyeleriyle dolu birer şiddet anlatısıdır. Bu arkaik anlatılar iki karşıt kuvvetin çatışmasından, bu çatışmanın doğurganlığından söz ederler. Yaradılış veya doğum; sükunet ve huzur içinde gerçekleşen bir olay değildir. Doğum şiddet dolu bir olaydır. İnsanın doğumu örneğini hatırlayacak olursak ceninin ana rahminden dünyaya çıkması, kan ve gözyaşıyla gerçekleşen bir olaydır ve yaşam yine şiddet içeren bir sonla, ölümle sona erer. Mitler bize büyük kurucu güçlerin, doğanın şiddetine şiddetle karşılık vererek ve onları dize getirerek insanlar için yaşanabilir bir hayatı mümkün kıldıklarını anlatmaktadır.

8 Temmuz 2012 Pazar

Kitap Tavsiyeleri -1: Pierre Hadot



Pierre Hadot
Son birkaç yıl içinde Pierre Hadot'nun dört kitabı Türkçeye çevrildi. İlk olarak Dost Kitabevi'nden çıkan İlkçağ Felsefesi Nedir? isimli kitabını okudum. Bu konuya meraklıysanız sizi fazlasıyla tatmin edecek bir içeriğe sahip harika bir kitap. Çevirisi iyi, edisyonu temiz. Daha sonra yeni bir yayınevi olan Pinhan Yayıncılık'tan çıkan Yaşam İçin Felsefe'yi okudum. Kendisiyle yapılmış söyleşilerden oluşan bu kitap Hadot'nun hayatının ve çalışmalarının iyi bir özetini veriyor. Ne yazık ki aynı yayınevinin yayımladığı ve Hadot'nun en önemli eserlerinden biri olan Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe'nin çevirisi ve edisyonu özensiz, öyleki zaman zaman insanı isyan ettiriyor. Başlangıçta heyecan uyandıran Pinhan beni hayal kırıklığına uğrattı. Wittgenstein'ın kitapları Türkçede yayımlandı ama bu metinleri anlamakta benim gibi zorlanıyorsanız Hadot'nun Wittenstein ve Dilin Sınırları kitabındaki makaleler harika bir yol gösterici olacak. Çok iyi bir çeviri ve edisyon; emeği geçenleri kutlamak lazım. İlgili okura şiddetle tavsiye ederim.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

KURUCU AŞK MİTİ -13: Bir ile İki



Sevgiliyi hem onun için hem de kendimiz için severiz. Onu severiz, çünkü onda kendi varoluşumuzun gizli gerçeğini buluruz. Öte yandan onu severiz çünkü onda, onu aşan "bir şeyler" buluruz; onu severiz çünkü onda sonsuzluğu yakalamışızdır –en azından öyle sanırız. Bu ikili yan, aşkın diyalektiğini oluşturur: Benlik, yalnızlığı içinde kendini uzun süre koruyamaz. Sevme-sevilme veya bilme-bilinme isteği kendimizden başkasını gerektirir, tek başına olamaz; aşkta yalnızlık ve birliktelik birbiriyle uyumlu bir karşıtlık oluşturur. Tagore’un dediği gibi "sevgi aynı anda hem bir, hem de iki olmak zorundadır." Aşk bize tek başımıza olduğumuzda asla mutlu olamayacağımızı söyler. Çok büyük kalabalıklar içinde de yalnızlık çekeriz. Biz ancak birlikteyken aramızda "bir şeyle geçebilecek" birisiyle ilişki içindeyken mutlu olabiliriz. Yalnızca tek başımıza yaşayacağımız bir özgürlüğün peşinde değiliz; özgürlük kadar bağımlılığı da isteriz. Bu, bütün sınırlamaları hoş karşılamada ve onları aşmada aşkın sahip olduğu çok önemli bir işlevdir; Tagor’un dediği gibi aşkta, esaret de özgürlük kadar görkemlidir. Var olmak kendinle meşgul olmak kadar "başkasıyla da birlikte olmaktır"; her kavuşma ikiyken tek olmaktır.

 Kurucu Aşk Miti dizisinin sonu.

KURUCU AŞK MİTİ -12: Aşkı Yaratmak mı, Aşkın Yaratması mı?


Ünlü Hindolog Heinrich Zimmer, Kral ve Hortlak isimli eserinde Hint tasavvurunda Aşk’ın ezeli yanından bahseder: Brahmā, Aşk’ı yarattığında kendisinin (Şiva ve Vişnu ile birlikte) onun kudretine teslim olacağını bilir; bilincin yaratıcı ışığının ve karşı konulmaz cazibenin kişileşmiş hali olan ilahi kadına duyduğu istekle baş edemez. Brahmā maddi dünyayı manevi araçlar yardımıyla, yani meditasyon halindeyken yaratmıştır. Ama meydana getirdiği görüntüleri denetleyemez. Bu görüntüler onu şaşırtır, sersemletir, dengesini bozar. Yine de onlarla yüzleşmeyi başarır; çünkü bu görüntüler, düşman ve yabancı gibi görünseler de sonuçta bizzat kendi özünün ürünleridir.

Anlaşılıyor ki, İlahi kadın ya da Aşk tanrısı en başından beri, Brahmā’nın ruhunun, zihninin derinliklerinde yaşamaktadır. Brahmā’nın yaratıcı kudreti de ondan kaynaklanır. Onun durgun zihin-sularından çıkıp karşısına dikilir. Brahmā’yı meditasyonundan uyandırır. Brahma’nın yarattığı ve üretici enerjisinin bedenlenmiş biçimi olan Aşk tanrısı, bütün varlıklar üzerinde hatta kendi yaratıcısı üzerinde egemenlik kurar.

"Yaratıcı, ezeli ve ebedi tasarıma göre dünyayı kendi içinin bir ayna yansıması olarak yaratırken, onun içinde gizliden gizliye hep faaliyette olan güç Aşk tanrısı mıydı?" diye sormadan edemez Zimmer.

Tanrı’nın yaratması hem aşk eylemidir hem de aşkı yaratan eylemdir. Bütün kainat aşkın çocuğudur. Evren aşkla hayat bulmuştur.

KURUCU AŞK MİTİ -11: Bir Yokmuş Bir Varmış


Evrendoğum anlatılarında, Başlangıçta varlığın yokluktan çıktığı anlatılmaya çalışılsa da, aslında bir yokluğun tasavvur edilemediği, yokluk kavramını ortaya atmakla yine de varlıksız bir başlangıca ulaşılamadığını görüyoruz. Çünkü hiçbir felsefi ve mitsel anlatı bize yokluktan nasıl olup da varlığın doğduğunu anlatamaz, önünde sonunda varlığın bir şekilde yokluk perdesinin arkasında beklediği noktasına gelinir. Mutlak bir yokluk tasarlamakta zorlanıyoruz. Yokluk varlığın çekim gücünden hiçbir zaman kopamamaktadır.

Bir şeyin var olduğunu da var olmadığını da ifade etmek için ‘var olmak’ fiilini kullanırız; varlık ilk fiildir ve her şeyin fiili olarak onlara içkindir. Örneğin bütün örtük ya da açık ‘-dır’lar, ‘-dur’lar ve Türkçe’deki tüm versiyonları, yani olumlamalar fiil olarak varlığı gösterir. Ama bütün değillemeler, olumsuzlamalar, inkârlar da varlık fiilini kullanmaktan vaz geçemez. "Varlık yok-tur" dediğimizde bile yokluğun var olan bir şey olduğunu söylüyoruz. Yokluk, varlık üzerinden tanımladığımız bir şeydir. ‘Yokluk yok olan-dır’ dediğimizde, aslında ‘yokluk var-dır’ demekteyiz.

Varlığın girdabı, cazibesi, çekim gücü, aşkı, arzusu öylesine güçlüdür ki, yokluk bile ondan kaçamaz. Bu nedenle varlığın, arzunun, aşkın mevcut olmadığı bir başlangıç dilsel olarak ifade edilebilir değildir.

KURUCU AŞK MİTİ -10: Aşkla Bakan Bir Yüz



14. yüzyılda yaşamış Hurufi şair Seyyid Nesimî’nin bir şiirinde durgun kaotik okyanusun, Bir Olanın tecellisiyle, yani durgu suların aynasında yansımasıyla, yani kendini görmesi, kendini idrak etmesiyle nasıl coşup "cûşa ve huruşa" geldiği ve bunun yol açtığı dev dalgalarla kabaran denizden varlık âleminin nasıl ortaya çıktığını anlatmaya çalışır.
Derya-yı muhit cûşa geldi
Kevn ile mekân hurûşa geldi
Sirr-i ezel oldu âşkârâ
arif nice eylesün müdârâ?

Günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz

Her yanı kuşatan deniz, coştukça coştu;
varlık da mekân da çağıldadıkça çağıldadı
Ezel sırrı ortaya çıktı
Artık arif yalanlarla yetinme gereğini neden duysun?

Hurûfilikte Allah’ın ilk olarak beyaz inciyi yarattığına inanılmıştır. İnci topraktandı; Yaratıcı o inciye aşkla bakmış ve inci o aşktan eriyip su olmuştur. Allah’ın arşının üzerindeki su (Hud Suresi 11:7) bu sudur. Daha sonra sıcaklıkla bu sudan buhar çıkmış; bu buhar ve duman, yedi kat semanın kaynağını oluşturan ve Kur’an’da duhân-ı mübîn (Fussilet Suresi 41:11) olarak bahsedilen şeydir. Daha sonra bu su tamamen buharlaşmış (Hûd 11:44) Âdem’in sureti ortaya çıkmıştır. Tüm varlıklar insana âşıktır, o yüzden toprağa secde ederler. Bu aşkın sebebi insanın yüzüdür; çünkü Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır. Aşkın temelinde insan yüzündeki hatlar (ki 28 ve 32’dir), yani harfler ve kelimeler vardır. İnsanın yüzündeki güzellik aslında ilahi güzelliktir; zira Allah insanı kendi suretinde yaratmıştır. Âşık aslında ilahi hatlar ve ilahi güzelliğe âşık olmuştur.

KURUCU AŞK MİTİ -9: Işık Olsun!


Tekvin kitabının ilk cümlelerinde de benzer bir yaratılış modeli göze çarpar; arzulu, aşkla dolu bir Ruh, Kaos’un, yani Suyun üzerinde yüzer ve bu karanlık deniz üzerinde yankılanan "ışık olsun" emriyle yaratılışın ilk kıvılcımını ateşler. Hiçlikten varlığa, karanlıktan aydınlığa aşkla dolu Ruh’un arzusuyla geçilir.

İnsanın hayal gücünün evreninde, iç dünyasında varlıklar daima sulardan çıkar. Bu varlıklar zihindeki bir imge, bir yansıma, bir görüntü olmaktan çıkıp maddeleşir, bir varlığa bürünürler. Bunlar bir varlık olmadan önce bir hayal, bir hayal olmadan önce bir arzudur, bir istektir.

KURUCU AŞK MİTİ -8: Ezeli Arzu


Hangi evrendoğum anlatısı olursa olsun başlangıçta daima aşk vardır, arzu vardır, ezeli ve ebedi olma isteği vardır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: aşk, varlığın ve insan varoluşunun ilk tohumudur.

Hinduizmin en eski kutsal metinlerinden birisi olan Rig Veda’nın (yazılışı MÖ 800-1200) ünlü Yaradılış İlahisi, Varlık’ın Varolmayan’dan nasıl ortaya çıktığını şöyle sorguluyor:
Başlangıçta ne yokluk ne de varlık vardı. Ne bir hava ne de bir gök vardı ötede! O neyi kapsıyordu? Nerede, kimin korumasında? O anlaşılmaz derin şey su muydu? Başlangıçta ne ölümsüzlük vardı ne de ölüm! Ne gündüz belliydi ne de gece. Rüzgarsız kendi gücüyle soludu o! Orada ondan başka bir şey yoktu. Başlangıçta karanlıkla saklanmıştı karanlık. Suydu bütün bu görülmeyen. Var olmaya başlarken, boşlukla doldu o. Sıcaklığın kuvvetiyle Bir Olan doğdu. Başlangıçta istek ortaya çıktı; aklın ilk tohumu odur. Varlığın yokluğa bağlı olduğunu, kalplerine bakarak anladı ermişler.


Rig Veda’nın evrendoğum anlatısına göre, temel karşıtlıkların kaynağı BİR’dir, Bir Olan’dır; bu ayrışmamış ilke başlangıçtaki tek şeydir. Sıcaklık, hayatın ateşleyicisi ezeli arzunun sıcaklığı, boşlukla örtülü BİR’i, yani ilk sularla çevrili potansiyeli ortaya çıkarır.

KURUCU AŞK MİTİ -7: Kozmik Yumurta


Hint mitolojisi de bize karanlık Yokluk Okyanusunun aslında bir arzu okyanusu olduğunu söylüyor; bu "karanlık hiçliğin" içinde arzunun çağrısı yankılanır: Sâtapathâ Brahmana’da (I, 6) şöyle yazar:
Doğrusu, başlangıçta her yer, deniz sularıyla kaplıydı. Sular "nasıl üretebiliriz" diye düşündüler. Aşırı derecede istediler ve sıcaklığın etkisiyle altından bir yumurta ortaya çıktı.


Muhtemelen arzuyla ısınmıştır bu ilk sular; yumurtanın kabuğu kırılır ve içinden Pracapati denen ilk yaratıcı çıkar.

Vişnu’ya tapınanlara göre ise, kozmik yumurta –altın rahim adıyla da bilinir– evrenin yaratılışı esnasında rüzgâr ile suyun yarattığı sürtünmenin sonucu olarak dünya okyanusundan çıkmıştır. Vişnu, parlak altın rengiyle hem ateşi hem de ışığı anımsatan kozmik yumurtanın içine girer ve kısa bir durgunluktan sonra yaratıcı tanrı Brahmā, Vişnu’nun göbeğinden doğar. Böylece evreninin yaratılması başlar.

Bhâgavata Purâna’da yazılanlara bakılacak olursa, bütün elementler parlayan bir yumurta üretmek için ilahi bir enerjiyle birleşirler, yumurta kozmik okyanusun sularında bin yıl boyunca kalır. Sonra Vişnu onun içine girer, yılan Şeşa’ya yaslanır ve gizemli bir uykuya dalar. Uykusunda canlıları ve cansızları yaratmayı hayal eder. Göbeğinden saf altından taç yaprakları olan, pırıl pırıl parlayan lotus büyür. Bu lotusun içinden de evrenin yaratıcı tanrısı Brahmā çıkar.

KURUCU AŞK MİTİ -6: Aşk Çocuğu Olarak Evren


Pelasglar, Eski Yunanistan’da Helenistik dönem öncesine ait bir halktı. Pelasglar’ın yaratılış mitine göre, başlangıçta, Kaos’tan her şeyin tanrıçası Eurynome doğdu. Ancak ayaklarını basacak bir yer yoktu. Bunun üzerine gökyüzünü denizden ayırdı ve dalgalar üzerinde dans etmeye başladı. Bu dans, rüzgârı harekete geçirdi. Eurynome etrafta gezinirken bu kuzey rüzgârını yakaladı, elleriyle ovaladı ve onun büyük yılan Ophion olduğunu fark etti. Eurynome, Ophion şehvete kapılıp kendisine sarılıp dolanıncaya ve onunla birleşmeyi arzulayıncaya kadar çılgınca dans etti.

Orfeusçu yaratılış mitine göre de, Rüzgar-tanrı, tanrıça-Gece’ye kur yapar ve onu döller. Siyah kanatlı Gece, gümüş yumurtasını Karanlık’ın rahmine bırakır. Yumurtadan Eros/Aşk ortaya çıkar.

Olimpos dini sistemine göre ise Boşluk’tan yani Kaos’tan Gaia, yani Yeryüzü/Toprak doğar. Cinsiyetsiz Kaos’tan doğan Gaia dişidir. Kendinden başka bir varlık mevcut olmadığından Gaia’nın kendini sevmekten başka çaresi yoktur.

Aşkın iki kişi arasında olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, İlk Aşk, Bir’in kendine duyduğu aşk olarak, Bir’in kendi içindeki bölünmesini, yani bilincin kendini idrak etmesiyle "idrak eden" ve "edilen" olarak bölünmesini, "aynı"nın özündeki yarılmayı ifade eder. Bu ilk yaratma faaliyetidir; yani kendinden "başka"sını çıkarma işidir; kendiyle aynı olmadığını, kendiyle özdeş olmadığını anlamak, kendindeki başkayı, kendindeki "kendinden içeri olanı" keşfetmek demektir. İlk Aşk, Ben ile Başkayı, Aynı ile Başkayı ayıran filizlenmedir. Bu ilk filizlenme, dolaysız şekilde kendi kendinden çıkma, kendini kendinden, kendini kendindeki başkadan doğurmadır. İlk kaynak kendisinden kaynaklanır, yani kendi kendisinden doğmak durumundadır. Tanrıça, Büyük Ana olarak her şeyden öncedir; ilk başlangıçtır; her şeyin içinden çıktığı rahimdir; dünyanın gizilgücüdür. Gaia kocasız bir anadır, herhangi bir şeyle birleşmeden kendi karşıt ikizi Uranos’u, yani İlk Babayı, Göğü doğurur.

"Yokluk ve varlık", "doğurgan Boşluk/Kaos", "ilk olmak ve yalnızlık", "narsizm ve kendini yaratma", bunlar tüm evrendoğum anlatılarının kaçınılmaz temalarıdır. Bu mitlerden aşka dair bazı sonuçlar çıkarmayı deneyebiliriz. Belki de her şeyin önce Aşkla, yani kendini sevmekle başladığını söyleyebiliriz. Kendini sevmek ise bir egoizm, bencillik demek değildir. Tehlikeli olan kendini sevmek değil, kendinden nefret etmektir. Kendini sevmeyen birisi, başkasını da sevemez. Bencillik kendini sevme konusunda bir aşırılığı gösterir; sevme işini yalnızca kendisiyle sınırlandırmanın ürünüdür. Bencillik kendini başkaları için biricik ve eşsiz saymanın, sevgiyi başkasıyla paylaşamamanın sonucudur. Bencil olmayan "kendini severlik"te, kişi kendini başkasının aynasında arar.

KURUCU AŞK MİTİ -5: Kaos ile Kozmos


Evrenin doğumu öncesinde daima bir kaos vardır. Bu henüz ayrışmamış bir madde denizi, evrenin bir tür amniyotik sıvısı olarak tasarlanmış gibi gözüküyor. Taocu bir mite göre, başlangıçta biri güneyde diğeri kuzeyde iki okyanus ve merkezde de bir kara parçası varmış. Güney okyanusunun efendisi Şu (Dikkatsiz), Kuzey okyanusunun efendisi Hu (Aceleci) ve merkezdeki kara parçasının efendisi Hwun-tun, yani Kaos imiş.

Kaos burun delikleri olmadığı için nefes alamamakta, ağzı olmadığı için yemek yiyememekteymiş. Hu ve Şu onun için ne yapabileceklerini tartışmışlar ve sonunda her gün ona bir delik açmaya karar vermişler. Yedinci günün sonunda görmeye, işitmeye, nefes almaya ve yemek yemeye başlayan Kaos ölmüş. Anlaşıldığı üzere Kaos’un ölmesi Kozmosu doğurmuştur. Bunu şöyle de anlayabiliriz, Kaos, kuzey ve güney, yani iki karşıt gücün, muhtemelen örtük bir biçimde eril ve dişil güçlerin kuşattığı bir okyanusta onlar tarafından biçimlendirilen bir cenin gibidir ve sonunda gelişimini tamamlar, sulardan çıkar ve nefes alan bir kara parçası, canlı bir tabiat olarak doğar.

KURUCU AŞK MİTİ -4: Yaratıcı Aşk Ateşi


Herakleitos’un (MÖ 540-480 civarı) kozmolojisinde, evren akıl ve ruh taşıyan organik bir varlık gibidir. Herakleitos’a göre varlığın temel doğası ateştir. Bu ateş her şeyi besler ve dönüştürür. Evrene ısı veren bir ruh ya da nefes olarak ‘hayat ateşi’nin bir arzu ateşi olduğunu söyleyebiliriz. Bildiğiniz gibi varlıklardaki, dolayısıyla evrendeki sürekli değişim ya da oluş, Herakleitos’un felsefesinin temelini oluşturur. Değişim, temel değişmez yasaydı ona göre. "Güneş her gün yenidir" sözüyle değişim olgusunu, "Hiç batmayacak olandan kim, nasıl kaçıp saklanabilir ki?" sözüyle de bu değişimin ardındaki değişmeyen logos’u ifade eder; sürekli doğup batan Güneş’i hiç batmayan, hep yanan, varlığın temel doğası kozmik ateşle, yani değişmeyen değişimle karşılaştırır. Ona göre "Her şey ateşle takas olur, ateş de her şeyle; tıpkı altınla malların, mallarla da altının takas edilmesi gibi." Herakleitos’ta ateş hem maddidir hem de kozmik bir faildir. Kıyameti veya Büyük Yargı Gününü akla getiren bir şekilde Ateş’in gelip her şeyi yargılayacağını söyler.

Herakleitos’a göre kozmos denilen bütünlüğü meydana getiren ne bir insandı ne de bir tanrı (zira tanrılar da çokluklar veya şeyler âlemine dahildi); Herakleitos’a göre bu bütünlük hep vardı. Logos’a göre yanan veya sönen ezeli ve ebedi ateş, varlığın temel doğasıydı. Varlıklar ateşin dönüşümlerinden ibarettiler. Her şey ateşten gelip sonunda yine "bir olan ateş"e dönüyordu.

Bu ilksel ateşle özdeşmiş gibi görünen ve her şeyin ona göre olup bittiği ezeli ve ebedi logos; kozmosa hâkim olan yasa, kural, ilke veya ölçüydü. Logos, mevcutlarda, yani çoklukta kendini açığa çıkaran BİR’di. Herakleitos’ta logos, ezeli ve ebedi, duyularüstü, her şeye yön veren evrensel bir akıldır, evrensel bir ilkedir.

Kozmogonilerin birer doğum mecazı olduklarından daha önce söz etmiştim. Yokluktan varlık, karanlıktan ışık, suların içinden karalar doğar. Kozmogoni anlatıları bu "varlığa gelme"nin üzerinde özellikle durur. Bunun bir istekle, bir arzu ile mümkün olabileceği düşünülür. Yokluk, tam manasıyla yokluk değildir; varlık onda bilkuvve mevcuttur. Varlık bir belirsizlik perdesi ardında gizlenmektedir. Sonra bir şey olur ve varlık meydana çıkar. O şey nedir? Anlaşıldığı kadarıyla o şey, var olma isteğidir. İşte bu var olma arzusu kozmik aşk denilen şeydir. Herakleitos’un ateşinin, herşeyin çıkış ve geri dönüş kaynağı olarak gücü, enerjisi bu kozmik aşktan beslenir diyebiliriz.

Herakleitos bunu bu şekilde ifade etmemişti, ama ondan yaklaşık bin beş yüz yıl sonra, İbn Sina’nın (ölm. 1037) bu metafizik aşk kuramını ortaya koyduğunu; logos ile aşkı birleştirdiğini görüyoruz. Ona göre, Tanrı, yani İlk İyilik (Hayr-ı Evvel) ezelde kendini idrak etmiş ve kendine âşık olmuştu. Tanrısal düşüncenin kendine yönelik düşünmesi, kendine olan aşkı, yaratılışın, yani varlıkların nedenidir. Bu kuramda bilinç, dayanağını kendinden alan, kendini doğrulama ve kendini sevme işiydi. Kedinde-bilincin kendi üzerine düşünmesi evreni ortaya çıkarmıştı. Dolayısıyla evren bir özyaratımdı. Aşk, Tanrı’nın, dolayısıyla varlığın ta kendisiydi. Canlı ya da cansız tüm varlıkların var olmalarının; beslenme, üreme, hayatını sürdürme arzularının sebebi tabiatlarındaki aşktı. Her varlık, Mutlak İyiliğe yaradılışından gelen bir aşkla âşıktı. İbn Sina’ya göre varlık âlemi, mutlak iyiliğin kendisiyle kendisinde tecellisiydi. Bu tecelli, mutlak varlığın, varlık aynasında kendisini aşkla seyretmesinin eseriydi. Her şey onun tecellisi sayesinde var olduğu için, her varlık kendi kemâline karşı doğal bir aşk besliyordu; ve kemâle erme yetisi varlıklar arasında yalnızca mikrokozmos olan insana mahsustu; yalnızca akletme yetisi olan insan, kendi hakikatinin bilincine varabilirdi.

KURUCU AŞK MİTİ -3: Evrenin Aşkla Doğumu


Büyük Patlama kuramının evrenin doğumuna ilişkin anlatısını basit bir şekilde özetlemeye çalıştım. Bu kuram da en eski dinî-felsefi metinlerden beri süregelen o soruya yanıt bulmaya çalışır: Varlık, var olmayandan nasıl meydana geldi? Bilimsel kozmoloji ile evrendoğum mitleri arasında çok büyük farklılar vardır hiç kuşkusuz; ne var ki, öne sürdükleri bazı düşüncelerin yaslandığı kimi motiflerin ortak olduğu görülür. Bilimin anlatısındaki şu unsurlara dikkatinizi çekmek isterim: varlığın oluşumunu başlatan yaratıcı ısı, ateş; karanlık ve ışık; sonsuz büyüklüğü içeren sonsuz küçüklük, ataletin içinde beliren ilk hareket. Bu ve benzeri unsurlarla, ilk çağların evrendoğum anlatılarında da karşılaşıyoruz.

Başlangıç üzerine düşünürken elimizde; yokluk-varlık, mekân-lâmekân, zaman-zamandışı, soğukluk-sıcaklık, karanlık-aydınlık gibi en temel ikiliklerden başka kavram çiftlerimiz yoktur. Bu temel kavramlar "doğurgan"dır. Dünya, temel kavram çiftlerinin çocuğudur diyebiliriz.

İnsan kendi biyolojik doğumunu evrenin doğumuna ilişkin inşa ettiği anlatıya uyarlamış gibi gözüküyor: Bir Polinezya mitine göre, başlangıçta ateşle su evlenmiş; toprak, kayalar, ağaçlar ve geri kalan her şey onların evliliğinden doğmuş.

Empedokles’e göre kozmos, Aşk ve Çatışma olarak iki devindirici güç sayesinde var oluyordu. Fizik dünyada bu iki neden sırasıyla dört unsurun önce bir araya gelmesine sonra ayrılmasına mekanik bir biçimde yol açıyorlardı. Yine bu iki güç iyi ve kötünün nedenleri olarak ahlaki bir ikiliğe de yok açmaktaydı.

Thales’in (MÖ 624-546) öğrencisi Anaksimandros dünyanın oluşumu üzerine fikir yürütürken, "belirsiz", "sınırsız" anlamına gelen apeiron’dan bahseder. Anaksimandros’a göre varlıkların görünürde yok olduklarında geri döndükleri temel ilke apeiron’du. Anaksimandros’un anlatısına göre, ayrışmamış çeşitliliğin kaynağı olan apeiron, sıcak ve soğuğu doğurma yetisine sahip bir tohum veya bir oğulcuk meydana getirmiştir. Bu tohumun merkezinde aer, yani "hava" denilen soğuk vardır. Sıcaklık da soğuğu bir zar gibi çevrelemektedir. Fakat öyle bir an gelir ki bu küresel zar, bağlı olduğu çekirdekten ayrılıp parçalanır ve yıldızlar ortaya çıkar.

Evrendoğum anlatılarında varlıklar, iki temel karşıt gücün ürünüdür. Bunlar eşeyli üremedeki eril ve dişil varlıklar gibi doğurgandırlar. Bu karşıt güçlerin birbirlerine aşkı olmasa varlık âlemi hiçbir zaman meydana gelmeyecektir.

Bir Taocu anlatıda Gök ile Yeryüzü’nün henüz oluşmadığı bir dönemde biçimsiz, büyük bir sis tabakası her şeye egemendir; kaynağı bilinmeyen öyle bir zifiri karanlık, öyle durağan, sessiz bir sonsuzluk vardır ki, bu karmaşıklıktan iki tanrı ortaya çıkar; birisi göğü diğeri ise yeryüzünü düzenler, Yin ile Yang’ı birbirinden ayırırlar.

Bütün evrendoğum anlatıları başlangıçtaki bir belirsizlikten ilk karşıt çiftin ortaya çıkışını ve sonraki tüm varlıkların, onlardan türeyişini anlatır bize.

İnsan zihni, her şeyin zamansal ve mekânsal başlangıcını tasavvur etmek ister. Zihinsel karışıklığı gidermek, mantıksal veya ahlaki bir düzenlilik için bir başlangıç noktası arar. Bir "yer", bir "zaman" arayışı, bir "geçmiş", bir "tarih" ya da bir "köken" arayışı söz konusudur. İnsan ister kendi soyunun kökenini ister evrenin kökenini kurguluyor olsun, belirsiz bir başlangıcın sisleri içinde daima kozmik bir ana ve kozmik bir babanın yüzleri belirir.

KURUCU AŞK MİTİ -2: Büyük Patlama


Bilindiği gibi Büyük Patlama fikri, Edwin Hubble’ın, galaksilerin birbirlerinden uzaklaştıkları iddiasını ortaya atmasıyla doğdu. Galaksiler birbirlerinden uzaklaşıyorsa evren de genişliyor demekti. Öyleyse evren başlangıçta daha küçük, hatta en başında çok çok küçük olmalıydı.

Büyük Patlama kuramcılarına göre, başlangıçta hiçbir şey yoktu: Ne zaman, ne de mekân. Her yer karanlıktı. Derken ışık doğdu. Bir anda küçük bir ışık zerresi belirdi. İşte bu, zamanın akmaya, mekânın açılmaya başladığı andı. Bu zerre, sonsuz bir sıcaklığa sahipti. Bu küçücük ateş topu, içinde bütün uzayı barındırıyordu. Büyük Patlamanın bu ilk saniyelerinde bugünkü evrenimizin bütün enerjisi tek bir atomdan bile küçük bir alandaydı.
Büyük Patlama kuramcılarına göre sonsuz büyüklükteki evrenimiz 10 ila 15 milyar yıl önce, deyim yerindeyse sonsuz küçüklükteki bir evrenden, onun patlamasıyla meydana gelmiştir. İnsanın hikâyesi de aslında evreninkiyle birlikte bu yaratıcı patlamayla başlar. Zira kemiklerimizdeki kalsiyumun, kanımızdaki demir atomlarının kökeni vücudumuzu oluşturan diğer atomlarınınkiyle birlikte Büyük Patlama anıyla ilişkilidir. Şöyle ki; bugünkü evrenimizin atası olan minik ateş topu ışık hızından daha hızlı bir şekilde büyümeye başladı. Evren genişledikçe soğudu. Bu aşamada radyasyon ve atomaltı parçacıklar dışında hiçbir şey yoktu. Başka bir deyişle henüz madde yoktu, yalnızca saf enerji vardı. Bu saf enerji madde parçacıklarına dönüştü. Bu atomaltı madde parçacıkları evrenin giderek soğumasıyla ilk atomları ve böylece de ilk elementleri oluşturmaya başladılar.

KURUCU AŞK MİTİ -1-


Ayrılığın karanlığı içinde aşkın hayat suyunu
 Hızır gibi içerek ebedi yaşamak istiyorsan âşık ol

Vasfî

Size bu yazı dizisinde kişisel olarak aşktan ne anladığımı değil, aşktan ne anlaşıldığını, daha doğrusu aşkın ezeli ve ebedi olduğunu savunan kadim düşüncelerden söz etmek istiyorum. Bu düşünceler bugün özellikle geleneksel düşünce kalıplarında varlığını hâlâ sürdürmektedir. Aşk üzerine düşünmek için bu kadim fikirleri anlamaya ihtiyacımız olduğu kanısındayım.

Dünyanın yaratılışına dair bilimsel ve mitsel anlatılardan bahsederek başlamak istiyorum. Filmi fazla geriye aldığımı düşünüyor olabilirsiniz. Evet farkındayım; ama geriye, çok çok geriye gitmemiz gerekiyor. Aşkı anlatmak için evrenin başlangıç noktasına kadar geri gitmek belki kulağa biraz garip geliyor. Fakat ben tam da aşkın, evrendoğum anlatılarının merkezinde yer aldığını göstermek niyetindeyim. Kozmogoni veya başka bir terimle evrendoğum ile başlamaktaki amacım, bu anlatılarda, aşk kavramının varlıkla, oluşla kurulan bağına dikkat çekmek. Evrendoğum mitleri, aşkın –kelimenin tam anlamıyla– evrenselliğine, insanı aşan yönüne, bütün evrene nüfuz etmiş bir ilke oluşuna ilişkin kadim görüşü anlamamız açısından büyük bir önem taşıyor. Aşkın yalnızca insanı başka bir insana değil, aynı zamanda bütün bir varlık âlemine, hayata bağladığına dair fikirlerden söz edeceğim. Bir insanı sevmenin, ona bağlanmanın, onunla bütünleşmenin, onunla tamamlanmanın bütün bir evrenle kucaklaşmak olarak anlaşıldığını göstermeye çalışacağım.