15 Nisan 2015 Çarşamba


DÜNYANIN FISILTISI
Bir Mecaz Olarak Dünya Kitabı

Dünyayı algılamamızda, sınırlarını keşfetmemizde ve dünyaya ilişkin hayallerimizde dilin etkisi nedir? İnanarak veya “yalan” olduklarını bilerek anlattığımız hikâyeler kendimizi ve başkalarını anlamamızda, düşüncelerimizi biçimlendirmekte ne derece etkili?

Gizemcilere inanacak olursak insan, dünyayla iletişim içindedir; onunla aynı dili konuşur. Doğa onunla yıldızları, bitkileri ve hayvanları, ırmakları, dağları taşları, mevsimleri, geceleri ve gündüzleri aracılığıyla konuşur. Dilsel bir metin olarak beliren doğa, insan için saydamdır; dahası gizemci, doğanın kendisine baktığını ve kendisini anladığını sanır.

İnsanın kendi anlattığı hikâyenin büyüsüne kapılmasını, yani kendisi ve çevresi hakkındaki yanılgısını daha doğru bir ifadeyle hüsnükuruntusunu; insanın dünyanın, olmasını istediği gibi olduğunu sanmasını; doğadaki “gizli metin”, “örtük söylem” veya “kozmik ima” mitini ele alan bu çalışma, “yalan dünya”dan ve bu “yalanın” bir “tabiat okur-yazarlığı”na dayalı uygarlığımızın kuruluşundaki öneminden söz ediyor. Bizlerin kendimizi kültür yoluyla tamamlayan eksik hayvanlar olduğumuzu; ne insan ile dünya ne de insan ile insan arasında doğal ve doğrudan bir ilişki olduğunu; onların arasındaki ilişkinin dilin simgesel dizgeleri üzerinden kurulduğunu ve bu dilin kültürel işlevinden ayıramayacağını savunuyor.

1 Şubat 2015 Pazar

ayı adam


Son derece ironik bir şekilde Ayı Adam ismiyle müsemma Timothy Treadwell (1957-2003) –aslında gerçek adı Timothy Dexter’dı– kendini Alaska’nın en bıçkın ayılarına parçalatana değin, yeniden bir hayvana, sözüm ona eski atasal doğrudanlığına dönebileceği ve ancak bu şekilde özgürlüğe kavuşacağı yanılgısına kapılmıştı. Ölümü tüm vücudunda hissederken şöyle diyordu: “Savaşacağım. Güçlü olacağım. Onlardan biri olacağım. Onların efendisi olacağım.”

1989’da Kuzey Amerika boz ayılarını görmek üzere motosikletle Alaska’ya gider. Bu ilk karşılaşmasını daha sonra şöyle yazacaktır: “Benim için bu karşılaşma sanki bir aynaya bakmak gibiydi. Aynı türden olduğum bir ruhun yüzüne bakıyordum.” Ayılarla arasında özel bir bağ olduğuna inanan Treadwell, genç bir ayının, kendisini “insan arkadaşı” olarak kabul ettiğini düşünüyordu.

Kısa bir süre sonra hayatını ayılara ve onların korunmasına adar. Ne var ki, sık sık gittiği Katmai ulusal parkındaki ayıların soyları tükenme tehdidi altında değildir; parkta üç bin ayı yaşamaktadır. Fakat o, ayıların yanlış anlaşıldığını, aslında onların insanlarla anlaşabilecek uysallıkta olduğunu düşünmektedir. 2003’te bir ayının onu ve kız arkadaşını yemesi onu tanıyanları pek de şaşırtmamıştı.
Bernd Brunner “Dört ayak üstünde yaşamaya meraklı tuhaf bir adam diyerek bu konuyu kapatabilir miyiz?” diye sorar. Treadwell ayılarla onların dilinde iletişim kurma ve onlardan biri olarak yaşama ve hatta onların lideri ve kurtarıcısı olma gibi sıradışı bir arzuya kapılmıştı ve bunun temeli, Brunner’a göre ayılarla iletişim kurmayı başardığını iddia eden insanlarla ilgili dinlediği pek çok gerçek dışı hikâyeyle atılmıştı.

Onun ölümünü trajik kılan da budur. Enkidu, geyikler tarafından reddedildiğinde hayatının seyrinin dönüşü olmayacak bir şekilde değiştiğini kavramıştı. Ayı Adam, dolaylılığına aldırmadan sınırı “geriye” doğru zorlamıştır; onun ölümü aşılmaz sınırlar arasında, hayvanla tanrı arasına sıkışmış insan kipini yeniden hatırlatıyor bize. Herzog bir kez daha tabiatla kavgalı, tabiatın içindeki sancılı, saplantılı, kendisiyle uğraşan, uçbeyi-insanı ele almıştır bu filmde. Tabiatta garip olan bu insan, kendine tabiat içinde bir tabiat kurar. Bu muhayyel tabiatta ilkinde olamayacak her şey mümkündür. Tabiatın sınırlarını, “öteki tabiat”ın içinde aşar insan. Treadwell’in cesedini bulan pilot Willy Fulton aynen şöyle söylüyordu: “Kesinlikle hep sınırda yaşadı.”

Kaynak: E. Kocabıyık, Dolaylı Hayvan, 2. Basım, 2014, s. 364-365.

hayalî ayı



Romalı yazar Büyük Plinius (MÖ 23-79) ayının (Lat. Ursus), yeni doğan yavrularını (ki çiftleştikten otuz gün sonra çoğu kez üç tane olmak üzere doğurduğunu söylüyordu Plinius) yalayarak ağzıyla (ağız: Lat. Orsus) biçim verdiğini yazmıştı. Zira yavrular yeni doğduklarında fareden biraz büyüktürler ve biçimsiz et topaklarına benzerler. (Bir kahverengi ayı yavrusu yaklaşık 255 gr. doğar. Anne, yavrusundan 529 kat daha ağırdır. İnsanda bu oran 1/25’tir.) Ayıların biçimsiz et yığınları doğurdukları ve anne ayının bunları yalaya yalaya biçimlendirdiği inanışı Eski Yunan kökenlidir. Büyük Plinius, daha da ileri giderek ayıların pençelerinin tabanında çok miktarda bulunan yağ ile beslendiklerini, diğer bir deyişle ayıların kendi bedenlerini yiyebildiklerini ileri sürdü. 1703 yılında Baron LaHontan, İrokualar ve Algonkinlerin bu inancı paylaştığını belirtiyor ve “Birçok insan, bu hayvanların gıda olarak yalnızca pençelerindeki suyla beslenerek üç ay (kış uykusunda) geçirdiklerine inanmayacaklardır, ama bu olgu su götürmezdir” diye yazdı.

E. Kocabıyık, Dolaylı Hayvan, 2. Basım, 2014, s. 158.



ayıyla akrabalık

Dünyanın birçok yerinde kadınlarla ayılar arasında cinsel ilişki motifini içeren bir efsane görülür. Bazı kavimler, aileler veya kişiler soylarını kadim bir ayı-ataya dayandırırlar. Haida kültüründen derlenmiş bir efsane şöyledir: Böğürtlen toplamaya giden bir grup kadın, ayı dışkısı görür. Kadınların tabu gereği bunların üstünden atlamaması gerektiği halde gruptaki genç kadınlardan birisi tabuyu ihlal eder, ayılara hakaretler yağdırır ve onları alaycı bir dille aşağılar. Öğleden sonra, arkadaşları eve dönerken genç kadın böğürtlen dolu bir çalı keşfettiği için biraz daha kalmaya karar verir. Kadın böğürtlen toplarken ayı postundan pelerin giyen yakışıklı bir genç adam kadına yaklaşır. Dağın biraz ötesinde daha da zengin böğürtlen çalıları olduğunu söyler. Bunları toplayalım, sonra ben seni köyüne götürürüm, der. Az sonra hava kararır ve artık kadının köye dönmesi için geç olmuştur, mecburen orada konaklayıp, köye ertesi gün dönmeye karar verir.

Ertesi gün böğürtlen toplamaya devam ederlerken, genç adam şamanlık gücünden yararlanarak, eve dönme konusunu kadına unutturur. Adam kadını daha fazla böğürtlen toplamak için köyünden giderek uzaklaştırır. Günler, haftalar geçer. Sonunda yaz bitip sonbahar gelir ve hava soğur; adam o zaman bir in kazmaya karar verir ve kadının onun gerçekte bir ayı olduğu yolundaki kuşkuları doğrulanır.

O kış kadın yarı insan, yarı ayı iki çocuk doğurur. İlkbahar başında kocası kış uykusundan aniden uyanır ve birisinin geldiğini söyler. Kadın erkek kardeşlerinin onu aradığını anlar. Ayı koca birkaç kez uyanır ve her seferinde “Yaklaşıyorlar” der. Sonra, “Neredeyse vardılar; dişlerimi takıp onları öldüreceğim” der. Kadın ayıya yalvarır, duyduğu şeyin onu aramaya gelen kardeşleri olduğunu söyler; onları öldürmemesini, çocukların hatırı için kendisini avlamalarına izin vermesini ister. Ayı sonunda bunu kabul eder, ama kadına, öldüğü zaman ayin yapılmasını ve şarkılar söylenmesini vasiyet eder.

Ayı koca öldürüldükten, ayinler yapılıp şarkılar söylendikten sonra kadın yarı ayı yarı insan iki çocuğunu alır, kardeşleriyle birlikte köye döner. Kadın ayıya dönüşmekten korktuğu için ayı postuna sarınıp, ayı rolü yapma oyunlarına katılmayı reddeder. Ama buna rağmen kardeşlerinden biri kadının ve çocuklarının üstüne bir ayı postu atar. Kadının korktuğu şey başına gelir ve çocuklarıyla birlikte derhal ayıya dönüşür. Sonra da kardeşlerini öldürür, yavrularıyla birlikte ormana döner.

İnsan-hayvan melezliğine ilişkin Arkadia kökenli bir mitte ayı yine anneliğin simgesi olarak karşımıza çıkar. Mit, Peloponnesos Pelasgları üzerinde hüküm süren uygarlaştırıcı kral Arkas’ın tanrısal kökenini, yani melezliğini anlatır: Kimilerine göre bir orman perisi kimilerine göreyse bir kral kızı olan Kallisto, bekâret yemini etmiştir ve vaktini Artemis’in yanında dağlarda avlanarak geçirmektedir. Zeus onu görünce âşık olur ve bekâret yemini etmiş kızla birlikte olabilmek için Artemis’in erkek kardeşi tanrı Apollon’un kılığına girip onu kandırarak hamile bırakır. Kallisto bir gün nehirde yıkanmak üzere soyunmak zorunda kalınca foyası ortaya çıkar ve öfkelenen Artemis onu bir ayıya dönüştürür. Zeus Kallisto’nun oğlu Arkas’ı büyütmesi için Hermes’in annesi Maia’ya teslim eder. Maia’nın babası kral Lykaon olduğu için, Arkas da kral torunudur. Çocuk büyüyüp de avlanmaya başlayınca bir gün ayıya dönüştürülmüş annesiyle karşılaşır. Ayı kaçıp Lykia Zeusu’nun tapınağına sığınır. Arkas da peşinden tapınağa girer. Ancak ülke yasasına göre tapınağa bu şekilde girmenin cezası ölümdür. Zeus onlara acır ve Kallisto’yu Büyükayı (Yunanca adıyla Araba) takımyıldızına, Arkas’ı da Arkturos yıldızına (arabanın sürücüsüne) dönüştürür. Arkas, kral Lykaon’un oğullarından kendisine miras kalan krallığa adını vermiştir. Arkadia denen bu ülke halkına buğday ekmesini, ekmek yapmasını ve yün eğirmesini öğretmiştir.

11. yüzyıl sonu gibi hayli geç bir dönemde bile soylarının bir ayıya dayandığına inanılan aristokratlar vardı. Bir İskandinav efsanesine göre, ayı tarafından kaçırılan ve ondan gebe kalan bir kadın, melez bir oğlan doğurur. Çocuk insana benzemektedir, ama ayının vahşiliğine ve gücüne sahiptir ve babasını öldürenlerden intikam alır. Bu oğlan Danimarka Kralı Svend Estridsen’in (1047-1074) ve birçok Danimarka kralının atasıdır. İngiltere’de, ayının gücü dolayısıyla, 10. ve 11. yüzyıllarda büyük ailelerin soylarının kökenini ayılara dayandırmaları normaldi.

Kendilerini ayının akrabası sayan bazı totemci halklar, ayının, klan üyelerini koruduğuna ve onları uyardığına inanır. Ayı, seçilmiş kişilere geleceği bildirir ve yol gösterir. Hatta ayı bir hayvan değil dönüşüme uğramış bir insan, bir büyücüdür. Ayının kendi klanından insanlara zarar vermeyeceğine inanılır. Ayı klanının bir üyesi bazı önemli durumlarda, ayının postunu giyerek veya vücuduna ayı dövmesi yaptırarak onunla akrabalığına dikkat çeker. Ayı, yalnızca adını kabileye vermekle kalmaz, onların gerçek atası kabul edilir.

Orta Asya ve Sibirya’nın büyük bir bölümünde ayı ile kadın arasında cinsel ilişki yaşandığına inanılmaktadır. Sibirya’da sık sık ayının insana benzediği söylenir. Ayı ile kadının ilişkisine dair inançta da insan ile hayvan arasındaki fizyolojik benzerliğe dikkat çekme amacı sezilmektedir. Ayının insan gibi iki ayak üzerinde durabiliyor olmasına, ön ayaklarını el gibi ustaca kullanabilmesine, ayak izlerinin insan ayak izlerine benzemesine dikkat çekilmiştir.

Fiziksel benzerlikler dışında ayının insan gibi akıllı olduğuna, insanların konuşmalarını anladığına, istese insan dilinde de konuşabileceğine dair inançlara Yakutlarda rastlanır. Fin ve Lapon kültürlerinde tüm hayvanlar arasında en büyük saygıyı ayı görüyordu. Ayıyı; ataları gök tanrısının oğlu sayıyorlardı. Khanty ve Mansilere göre ayının esas evi gökyüzüydü, ama sık sık dünyayı ziyaret ederdi. Ayı üstüne yemin etmek ya da “ayı andı” içmek, en güçlü ve bağlayıcı yemindi.

Gilyaklar, kaplanın aslında geçici olarak kaplan suretine giren bir insan olduğunu düşünürler. Aynı benzerlik çoğunlukla ayıya atfedilir. Bundan hareketle ayının eskiden insan olduğu ya da bazen insan bazen ayı olduğu ileri sürülür. Bu da hayvanlarla cinsel ilişkinin mümkün olduğuna dair bir kanıt ortaya koyma çabasını yansıtır.

Sagaylarda bir kadının bir ayı tarafından kaçırılıp gebe bırakıldığına, Goldlarda bir ayının bir bakireyi kaçırıp iğfal edip gebe bıraktığına dair mitler yaygındır. Sibirya Türklerinde ayının kadınlara gönlünü kaptırdığına, onunla karı koca hayatı yaşayabileceğine, hatta kadının ayıdan çocuk sahibi olabileceğine ilişkin (elbette bu çocuklar yarı ayı yarı insandır) pek çok masal ve mit vardır.

Kaynak: E. Kocabıyık, Dolaylı Hayvan, 2. Basım, 2014, s. 143-148.

ayıya hürmet

Avcı-toplayıcıların geleneğinde, beslenmek yalnızca organik değil, aynı zamanda ruhani bir iştir; çünkü insanlar yedikleri yiyecekler aracılığıyla bir üst gerçekliğe ulaşırlar: Doğaüstü varlıkların yarattığı bir şeyi, hatta bazı durumlarda bu varlıkların özünü; zengin, güçlü, önemli bir şeyi yerler.
Avlanmanın, avcının avını uzun süre sabırla takibi sonucunda gerçekleşmesi, zamanla avcı ile av arasında kendine özgü bir ilişki, bir tür ruhani dayanışma doğurmuş olsa gerektir. Av, avlanan bir şeyden çok, kendini avlatan ruhani bir varlık olarak görülmüştür. Bu dayanışma nihayetinde insan toplumları ile hayvan dünyası arasındaki “akrabalığın” bir gereğidir.

İlkel avcılar hayvanları, insanın doğaüstü güçlerle donatılmış benzerleri olarak görür; insanın hayvana ve hayvanın da insana dönüşebileceğine; ölülerin ruhlarının hayvan bedenine girebileceğine ve belirli bir kişiyle belirli bir hayvan arasında gizemli ilişkiler bulunduğuna inanırlar.

1960’ların başlarında, antropolog J. A. Alekseyenko, Batı Sibirya’da yaşayan Ketlerin, ayıları, üzerleri kürkle kaplı vahşi insanlar olarak gördüklerini yazmıştı. Benzer şekilde, Hokkaido adasının Aynuları için ayılar, insanlara et ve kürk tedarik etmek için dünyamıza gelen kılık değiştirmiş dağ ruhlarıdır. Aynu şamanın dünya görüşü içinde, insandışı bütün varlıklara ve canlılara tanrılar (kami) olarak saygı gösterilir. İnsanların dünyasının tanrılarınkinden çok daha güzel olduğu ve ilahların ziyaret etmek için buraya geldikleri düşünülür. Bu tür ziyaretlerinde tanrılar kılık değiştirirler. Ayı da ziyaretçi dağ tanrısıdır. Onlara göre hayvanlar, insani bir düzene sahip olan kendi toplumlarında yaşamaktadırlar. İnsanlarla aralarındaki bedensel farklar görünüştedir, özsel değildir. İstedikleri zaman insan görünümüne dönebilirler. Aynı şekilde şamanlar da hayvan biçimine bürünebilmekte hayvanların arasına karışabilmektedir; başka bir deyişle türler arasında geçişler ve türler arası bir diyalog söz konusudur. Avcılık bu anlamda insan topulumu ile hayvan toplumu arasında sosyal (akrabalık) ve ekonomik (takas) bir ilişkidir.

Lévi-Strauss, Thompson nehri halkının yabani keçi avının kökenine ilişkin bir geleneği aktarır; burada keçi sürüsünün lideri bir insandır ve aynı zamanda avcıyla akrabadır:

Keçileri öldürdüğünde bedenlerine saygılı davran, çünkü onlar insandır. Dişi keçileri öldürme, çünkü onlar senin karılarındır ve senin çocuklarını doğuracaklardır. Keçi yavrularını da öldürme, çünkü senin evladın olabilirler. Sadece kayınbiraderlerini, erkek keçileri vur. Onları öldürdüğüne üzülme, çünkü onlar ölmüyor, yuvaya dönüyorlar. Eti ve postu (keçi olan kısmı) sen kullanırsın, ama onların gerçek benlikleri (insan olan kısmı) aynen daha önce keçi eti ve postuyla kaplı olduğu zamanki gibi yaşamayı sürdürür.

Avın başarısı avlanma tekniğinin başarısıyla ilintili görülmez, av ile avcı arasındaki büyüsel ilişkinin bir sonucu sayılır. Avlanma öncesindeki av ritüelinin eksiksiz yerine getirilmesi, avın başarılı geçmesi bakımından teknik becerilerden çok daha önemlidir. Av için hangi strateji uygulanırsa uygulansın av, kendisini yiyecek olarak avcıya cömertlikle, merhamet duygusuyla teslim eder. Av, avcının, ailesini beslemek zorunda olduğunu bilir. Aslında hayvan öldürülmemektedir, hayvan kendisini büyük bir cömertlikle öldürtmektedir. Böyle bir armağana sahip olabilmek için ayinin usulünce yapılması, uygun büyüsel sözcüklerin kullanılması gereklidir. Büyü, hayvanla insan arasındaki iletişimin lisanıdır.

Büyünün hem av öncesine hem de sonrasına ilişkin sonuçları vardır. Avcı büyüsel ayin yoluyla, hayvanın ruhuyla iletişime geçer ve onu verilecek sunular karşılığında ölmeye ikna eder; böylece onu öldürmenin yol açtığı vicdani rahatsızlıktan da kurtulur.

Sanki insan ile av hayvanı arasında zımni bir anlaşma var gibidir. Hayvanın cömertliği karşılığında ona saygısızlık yapılmaz. Öldürülen hayvanın cesedine, kemiklerine her zaman saygılı davranılır; gereksiz böbürlenmelerden kaçınılır. Başkalarına avdan bahsederken öldürme hadisesini doğrudan çağrıştıracak ifadeler kullanmamaya özen gösterilir; örneğin Amazon Açuarları “ava gitmek” yerine “ormana gitmek”, “köpekleri gezdirmek” gibi ifadeler kullanırlar.

Kaynak: E. Kocabıyık, Dolaylı Hayvan, 2. Basım, 2014, s. 126-128.

insan suretinde hayvan

Bazı geleneklerde hayvanların insan suretine girerek onların arasında yaşayabildiklerine inanılmaktadır. Kuzey Nijerya’da üç-dört yaşlarındaki bir çocuğun fazla yemek yediği halde zayıf kalması, din adamlarınca çocuğun aslında bir insan olmadığı şeklinde yorumlanabilmektedir. Doğaya terk edilen çocuğun bir süre ağladıktan sonra çevresini kolaçan edip etrafta kimselerin kalmadığından emin olduktan sonra bir maymuna dönüşüp ağaçların arasında kaybolacağına veya bir su hayvanı olduğuna kanaat getirilmişse örneğin bir suyılanına dönüşüp nehirde gözden kaybolacağına inanılır. İnsan ve hayvan kolayca birbirlerinin yerini alabilmektedir. Bu dönüşüm yeteneğinin yoğun olarak görüldüğü büyücüler topluluğu, insanlar için korku kaynağıdır.

Avustralyalı Aruntalar arasında, efsanevi devirlerde yaşayan ataların, isimlerini taşıdıkları hayvanlar ve bitkilerle çok yakın bir ilişki içinde olduklarına inanılmıştır. Örneğin Totemi kanguru olan bir adama bazen insan‑kanguru bazen de kanguru-insan denirdi, zira bunlar kolayca birbirine dönüşebilirdi. Bu efsanevi zamanlarda, bugün artık kaybedilmiş güçlere sahip yarı insan yarı hayvan atalar yaşamıştır. Aruntaların totem inancında, her insan, üyesi olduğu topluluğun diğer mensupları gibi totem hayvanının kendisi veya onun dönüşmüş biçimidir. Kabilenin her üyesi, bu ölümsüz yarı hayvan yarı insan ataların sahip oldukları tinsel öz sayesinde dünyaya gelebilmektedir. Kabilenin her bireyi, atasını yeniden canlandıran bir varlıktır.

Birçok totemci toplumda kabilenin ortaya çıkmasını sağlayan ata, yarı insan yarı hayvan ya da yarı bitki olmak üzere melez bir varlıktır. Burada öne çıkan nokta, birey ve türün ayrı değil, aynı anda hep birlikte, iç içe geçmiş olmalarıdır. Hayvan ata tekil bir hayvanın değil bir hayvan türünün kişileştirmesidir. Onun ölümsüzlüğünün sebebi de muhtemelen budur.

Yeni-Fransa’da yaşamış bir Cizvit papazın gözlemine bakılacak olursa, yerliler bir hayvan türündeki tekil hayvanların bir atası, bir büyük ağabeyleri olduğuna inanmaktadırlar. Bu büyük ağabey inanılmaz bir büyüklük ve güçtedir. Örneğin rüyasında su samurlarının en büyüğünü gören kişi bol su samuru avlayacak demektir. Bu “büyük ağabey” türün kişileştirilmiş tanrısı gibidir. Yok edilemeyecek büyüklükte bir varlıktır.

Kaynak: E. Kocabıyık, Dolaylı Hayvan, 2. Basım, 2014, s. 56-57.

hayvan ama insan


Mitlerde, birbirleriyle türdeş olmayan bir ben ile o’yu türdeş kılan bir sentez kurgulanmıştır. Bu yaklaşımda “insan”ın türsel sınırları geçirgendir; insanı diğer canlı türlerinden, hayvan veya bitki âleminden ayıran kesin sınırlar yoktur. Amazon yerlileri arasında çoğu hayvan, insan sayılır. Hayvanların insandan farkı sadece görünüştedir. Hayvanlar kendi evlerine döndüklerinde üzerlerindeki hayvan kıyafetlerini çıkarmaktadır. Yerlilerin düşlerine girdiklerinde de gerçekte oldukları biçimleriyle, yani insan suretinde görünürler.

Atalar kültü inancında bireyler, kesintisiz bir üreme silsilesiyle ilk ataya bağlı ve onunla özdeş oldukları, yani atanın ruhunun kendilerinde yaşadığı hissiyatı içindedirler. Bu da aralarında bir soy bağı oluşturur. Özellikle totemcilikte, insan ile hayvan –ve hatta dağlar, dereler, pınarlar ve gölcükler– arasındaki akrabalık bizim açımızdan mecazi sayılabilir ama onlar açısından böyle değildir, gerçek olarak kabul edilir. Totemci insan, bütün türsel farklılıklara karşın kendini hiçbir şekilde hayvandan ayrılmış hissetmez. Bireysel bilinç soy bilinciyle tümleşiktir. Tanrılar tek bir bireyin değil, soyun tanrısı sayılır. Soyundan ayrılan kişinin, tanrısından da ayrıldığı düşünülür. Bir klan, kendi varoluş biçimini, savaşçılığını veya barışçılığını, onu başka klanlardan ayıran özelliğini kendi totem hayvanında görür. Bu düşünüşte insan ile hayvanın veya bitkinin akrabalığı büyüsel bir ilişkidir. Zira hayvanların özel büyüsel güçlerle donatıldığına inanılır. Çiftçi, çoban veya avcı-toplayıcı toplumların kaderlerinin hayvanlara ve bitkilere bağlı olduğu düşünülürse, onlarla aralarında bir “akrabalık” varsaymaları pek de garipsenecek bir şey değildir.

Ortaçağda, Yunan-Roma döneminden kalma bir inancın etkisiyle büyücülerin kedi, kurt, tavşan, kurbağa, kuş, keçi gibi hayvanlara dönüşebileceklerine inanılıyordu. Algonkin, İrokua veya Çeroki büyücü-hekimler hayvan-manitulara sahiptiler. Marcel Mauss’un (1872-1950) aktardığına göre, benzer şekilde Melanezya’da bazı adalarda büyücülerin hizmetkâr yılanları ve köpekbalıkları vardır. Büyücü, gücünü hayvan ruhlarla olan akrabalık ilişkisinden alır; büyücünün babasının, annesinin ve atalarının birer ruh olduğuna inanılır. Hindistan’da, bazı aileler büyüsel niteliklerini benzer bir kökenden aldıklarını iddia etmişlerdir. Galler ülkesinde, bir insanın bir periyle yaptığı evlilikten, büyücülükle ilgili zanaatları tekeline alan aileler ortaya çıkmıştır. Marcel Mauss, totemciliğin yapısal olarak bozulmaya başlamasıyla, klanlara ait totemleri büyücü ailelerin devralmış olabileceklerini öne sürmüştür.

Kaynak: E. Kocabıyık, Dolaylı Hayvan, 2. Basım, 2014, s. 20-21.

26 Ocak 2015 Pazartesi


Dolaylı Hayvan'ın yeni basımı yapıldı.


yeni basım için önsöz

Daha önce kitaplarıma önsöz yazma gereği duymamıştım. Ne var ki kitabın yeni basımındaki değişikliklerden, ilave ve eksiltmelerden okuru haberdar etmek zorundayım. Bunların başında da bazı bölümlerin kitaptan çıkarılması geliyor. Metnin genişlemesiyle kitabın hacmi iyice artınca, ilk baskıdaki kötülükle ilgili bölümleri kitaptan ayırmak durumunda kaldım. Bu kısımları, üzerlerinde biraz daha çalıştıktan sonra ayrı bir cilt olarak yayımlamayı umuyorum. 

Borges’in Tartışmalar isimli kitabı, Meksikalı yazar ve düşünür Alfonso Reyes’ten (1889-1959) bir alıntıyla başlar: “Eserlerini bastırmamanın en kötü tarafı şu: Hayat onları tekrar tekrar yazmakla geçer.” Romancı Alfred Döblin de yayımladığı bir kitabının artık kendisini ilgilendirmediğini söyleyerek, “Neden yazıyorsunuz?” sorusunu yanıtlamayı reddetmiş. Belki kurmaca metinler söz konusu olduğunda, yazarın yayımlanan metniyle vedalaşmasının nispeten daha kolay ve kaçınılmaz olduğu düşünülebilir. Ne var ki, bunun tersi de geçerli olabiliyor. Kişisel olarak söylemem gerekirse, kitabın ilk baskısından sonra yaptığım ilave okumalar sayesinde damıttığım yeni fi kirlerle metni biraz daha zenginleştirmekten, kimi yanlışları ve yanlış anlaşılacak noktaları düzeltmekten, kimi geliştirmeler ve kısaltmalar yapmaktan geri duramadım. Metnin yükünden, yayımlandıktan sonra kurtulamadığım gibi, tam tersine bu yük daha da arttığı için metinle ilişkim kesilmeden devam etti. Bu yeni basımda, kitabın temel düşüncelerinde köklü bir değişiklik olmadı, ama metin tümüyle yeniden gözden geçirildi; hatta yer yer yeniden yazıldı. 

Fransız ressam Pierre Bonnard (1867-1947) Louvre Müzesi’ndeki resimlerinden birine rötuş yapmaya kalkışınca tutuklanmış. Neyseki yazarlar bu konuda ressamlardan çok daha şanslı.

17 Ocak 2015 Cumartesi


Hayretler İçinde Narkissos
Otoportrenin ana teması, kendine bakakalma, kişinin kendi yüzüne karşı duyduğu hayranlıkla karışık bir şaşkınlıktır. Aynada yansıyan yüzlerine bakakalmış otoportre ressamlarının ortak noktası, yüzlerine erişme arzusudur. Ruhlarının aynası olan gözleri, aynadan tuvale, tuvalden aynaya gidip gelirken, ressamların bu çabasını yönlendirebilecek nedenleri düşünmeden edemiyor insan. Doğal olarak öncelikle akla Narkissos ve benlik aşkı geliyor.

Mite göre, kör kâhin Teiresias, doğacak olan Narkissos’­un “kendini bilmez” ise ya da başka bir ifadeyle aynada yüzüne bakmaz ise uzun yıllar yaşayabileceğini söyler. Kendine bir kez bakarsa bir daha asla bakamayacaktır; kendi bakışıyla büyülenecek ve “ayna” onu o anda yutacaktır. Aradan yıllar geçer; genç ve güzel Narkissos’a sadece insanlar değil, birçok nympha da âşık olur, ama o hiçbiriyle ilgilenmez. Ona âşık nympha’lardan Ekho, Narkissos’un peşine düşer; ama geçmişte çarptırıldığı ceza yüzünden duygularını açamaz; tek yapabileceği, cevap vermek üzere ilk sözün sevdiği kişiden gelmesini beklemektir.

Ekho eskiden konuşmaya çok düşkündür; sohbetlerde, tartışmalarda son sözü hep o söylemek ister. Bir gün İuno (Hera) kocasını aramaya çıkar; onun nympha’larla eğlenmekte olduğundan kuşkulanmaktadır ve bu düşüncesinde de haklıdır. Ekho tanrıçayı lafa tutarak nympha’ların İuno’nun kocasını kaçırmalarına fırsat yaratır. Ama olanları anlayan İuno, Ekho’yu cezalandırır: “Beni dilinle kandırdın, o yüzden seni dilini kullanmaktan men ediyorum, ama o çok düşkün olduğun her lafa cevap yetiştirme alışkanlığını hariç tutuyorum; daima son sözü sen söyleyeceksin, lâkin ilk sözü söylemeye gücün olmayacak.” Bu yüzden Ekho, hep sabırla ilk sözün edilmesini beklemektedir.

Narkissos bir gün ormanda yalnız başınayken “Orada kim var” diye bağırdığında, Ekho beklediği fırsatı yakalar: “Var” diye yanıtlar. “Gel” deyince “Gel”, “Burada buluşalım” deyince de “Buluşalım” der. Ama daha Ekho’nun ellerini boynunda hisseder hissetmez kaçmaya başlar Narkissos; “Ölmek yeğdir, olacaksa senin her şeyim” diye bağırırken, Ekho da arkasından tekrarlar hemen: “Senin her şeyim.” Ekho üzüntüsünden uzaklara kaçar, mağaralarda ve uçurumlarda yaşamaya başlar; giderek görüntüsü solar, etleri çekilir, sonunda kemikleri kayalara dönüşür ve geriye yalnızca sesi kalır. Hâlâ ona seslenildiğinde yanıt vermeye, son sözü söylemeye hazırdır.

Ekho’nun aşkını reddeden Narkissos ise kendini kimseye veremez. Nihayetinde sevgilerine karşılık alamamış kırık kalpli nympha’ların “Sevdiğine kavuşamasın” beddualarına Nemesis kulak verecektir.

Hiçbir zaman bir araya gelememiş olsalar da, Narkis­sos’­un hayatı nympha Ekho’nun âşkıyla geri döndürülemeyecek biçimde değişime uğramıştır. Sudaki şaşırtıcı yansı karşısında hayrete düşüp “Bak! Bak!” diye bağırınca aslında hiç yanından ayrılmadığını anladığımız Ekho aynı kelimelerle yanıtlayacaktır onu: “Bak! Bak!”

Ekho, Narkissos’un gören gözü, konuşan ağzı, dokunan eli olmuştur. Hatta Ekho, Narkissos’tur; onun yüzüne, onun sesine sahiptir. Gaston Bachelard’ın (1884-1962) gayet isabetli bir şekilde belirttiği gibi Narkissos onu bir çığlıkta değil, bir fısıltıda duyar. Kendi baştan çıkarıcı fısıltısıdır bu.

(Metnin alıntılandığı kaynak: E. Kocabıyık, Aynadaki Narkissos, 3. Basım, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014, s. 156-158. Resim: “Narcissus” Caravaggio, y. 1600.)

Yabanıl Yüz
Bir Cizvit misyoner olan Sanchez Labrador, 1760’tan 1770’e kadar Brezilya’daki Kaduveoların arasında yaşamış, toplumsal konumlarını yüz ve vücutlarına çizdikleri resimler ve dövmelerle gösterdiklerini; yüzlerinin, kimi zaman da bütün vücutlarının geometrik motiflerle kaplı olduğunu ilk kez tespit edip betimlemişti. Bu motifler, tıpkı çizildikleri yüzler gibi hem birbirine benzer, hem de birbirinden farklıdır; sarmallar, S biçimleri, haçlar her birinde aynı olmakla birlikte, özgün bir nitelik de taşımaktadır. Lévi-Strauss’un Kaduveolar arasında yaşadığı 1930’lu yılların ortalarında, yerliler yalnızca süslenmek için boyanıyorduysa da, geçmişte bu göreneğin daha derin bir anlamı olmalıdır.

Kaduveolar, beyaz adamı kendisi gibi boyanmadığı için aptal saymaktaydı. İnsan olmak için mutlaka boyanmak gerekliydi; doğal haliyle kalanın hayvandan farkı yoktu. Bunun tek istisnası vardı: yaşlılar. Yalnızca onlar çeşitli şekilleri yüzlerine çizmekle vakit kaybetmez, geçen yılların yüzlerinde bıraktığı kalıcı motiflerle yetinirlerdi.

Kırışık yüz, varlığın derinliklerine, ölüme doğru çekilen bir mevcudiyettir. Kırışıklık, yüzü bozmaz; aksine onu tanımlar. Yüzün kırışması, suretler âleminden yavaş yavaş el çekmektir.

Yaban toplumlarda yaş ile bilgi genellikle birbirlerine bağlıdır. Kişi yaşlandıkça bilgeleşir, bilgeleştikçe bilgiyi içselleştirir. Bilgi giderek söz olmaktan çok benliğe ve bedene yazılı bir kayda dönüşür. Söz, yerini sessizliğe bırakır ve beden konuşmaya başlar.

Yabanıl, yüzünü resimle “süsleyerek” onu küçük bir kozmos haritasına dönüştürmektedir. Böylece kendindeki kozmik imgeyi ortaya çıkarmakta ve bu, onu biricik kılmaktadır. Herkesteki bu başkalık, aynı zamanda bir aynılıktır. Yüze çizili resim, önce yabanılın toplumsal hiyerarşideki yerini belirlemekte ve sonra ona insan, başka bir ifadeyle, eşref-i mahlûkat olma ayrıcalığı kazandırmakta, böylece hayvandan insan varoluşuna geçiş sağlanmaktadır.
(Metnin alıntılandığı kaynak: E. Kocabıyık, Aynadaki Narkissos, 3. Basım, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014, s. 91-92. Resim: Yüzü dövmeli Kaduveo kadını. Kaynak: Claude Lévi-Strauss, Hüzünlü Dönenceler, s. 442-443.)















Maske-Yüz
Kaneto Shindo’nun Onibaba (1964) isimli filminde yüzü maskeli bir samuray yaşlı bir kadından sazlıklara giden yolu tarif etmesini ister. Samurayın yüzünü görme arzusuyla yanıp tutuşan kadın, onu öldürüp maskesini çıkartır. Maskenin ardında bir yüz olmadığını görür. Maskeyi kendi yüzüne takar ancak bir süre sonra maskeyi çıkarmak istediğinde tüm uğraşlarına karşın bunu başaramaz; maske yüzüne yapışmıştır. Birlikte yaşadığı gelini sonunda onu bir balta kullanarak çıkarttığında yaşlı kadının yüzünün de maskeyle birlikte çıktığı görülür.

Maskenin ardında bir yüz yoktur; bir yüzün yokluğu vardır. Maske bana kısmi bir haz sağlayarak, yani beni doyumsuz bırakarak Yüzü arayışım için bana gereken tatminsizliği sağlar. Çünkü Yüz, ‘hiçbir şey’in yerindeki ‘herşey’dir. Yüz, benliğin içindeki ikizi, imkânsız bütünlüğünün eksik parçasıdır.
(Metnin alıntılandığı kaynak: E. Kocabıyık, Aynadaki Narkissos, 3. Basım, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014, s. 74-76.)

Dışımda bir maske, içimde bir yüz
Resimde gördüğünüz kişi, Vicky Lucas. Yüzündeki biçim bozukluğu genetik bir rahatsızlık olan çerubizmden kaynaklanıyor. Vicky bu orantısız hatlara sahip yüzüne rağmen kendisini güzel ve seksi bulduğunu söylüyor; ta ki başkalarının dehşetli bakışlarını üzerinde hissedene kadar. Kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle diyor: “Bazen şehirdeki en seksi kadının ben olduğumu düşünüyorum….. Aslında güzel olmadığımı, biri bana kötü kötü baktığında hatırlıyorum.”

Kendisinin de konu edildiği belgesel filmde görüldüğü üzere insanlar çoğu kere Vicky’ye sanki bir uzaylıya, tuhaf bir hayvana veya bir deliye bakar gibi bakıyor. Kaygı, acıma, şaşkınlık ve daha çok da kafa karışıklığı var bu bakışlarda. Vicky’nin yüzünü, insan imgesine yönelik bir tehdit olarak algılıyor gibiler. Gördükleri yüzün muğlaklığı karşısında adeta kanları donan bu kişilerin algıları da donuklaşmış sanki. Taş kesilmiş bu gözlerden yansıyan şey, Vicky’nin yüzünün, ötesine geçilemeyen bir sınır olarak karşılarında duruyor olması. Yüz, ne tamamıyla yabancı ne de tamamen tanıdıktır insana. Vicky gibilerin yüzlerinin farklılığı, bu gerçeği aşırı bir şekilde görünür kılmalarıdır. Bu tür aşırı yüzlerin sınır konumu, ilişki kurulabilecek birer kişi olarak görülmelerine engel oluşturmaktadır; böylesi bir yüzde görülen şey, bir ‘kişinin yokluğu’dur.

Aşırı yüzler karşısında dehşete kapılanlar, yüzün sahibinin kimliğinin de böylesi bir aşırılığın kurbanı olduğunu sanıyorlar sanki; onun tam bir insan olmadığı, zekâsının kıt olduğu veya akli dengesinin yerinde olmadığı yönünde derin bir kuşkuya kapılıyor gibiler. Vicky şöyle diyor: “Sadece iyi, kibar ve sağlam karakterli insanlarla arkadaş olabilirim. Çünkü onlar görünüşüme önem vermezler, onlar beni ben olduğum için severler….”

Başkaları Vicky’ye baktığında “Vicky’nin yüzü” ve “Vicky’nin kendisi” ayrımı yapmazken, Vicky –kendisi farkında olmasa da– bir “görünen Vicky” ve “gizli Vicky” ayrımı yapmakta. Yüzünü, yani görünen Vicky’yi, içteki Vicky’yi doğru bir şekilde yansıtmayan, bu anlamda gösterge vasfını yitirmiş, tam tersine onu gölgeleyen, maskeleyen, biçimini bozan bir ayna, çığrından çıkmış bir uzuv olarak görmekte.

Vicky’nin hikâyesinin bizim açımızdan önemli birkaç sonucu var: Birincisi, başkasını tanımlamakta yüzün ayrıcalıklı bir yeri olduğunu göstermesi. Ama daha önemlisi, bir ‘maskem ve yüzüm’ ayrımını ortaya koyması; çünkü ayna, yüzümüzün tarafsız, nesnel bir görüntüsünü sunsa da gözümüzün gördüğü, yüzümüzün öznel bir görüntüsüdür. Üçüncüsü, onun kendi yüzü hakkındaki duygularının sadece kendisi tarafından belirlenmediği, bunda başkalarının, toplumsal hayal gücünün de etkili olduğudur.
 (Metnin alıntılandığı kaynak: E. Kocabıyık, Aynadaki Narkissos, 3. Basım, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014, s. 22-23. Resim: Vicky Lucas. İnsan Yüzü. Biri Size Bakıyor [2002] isimli belgeselden.)


Yüz, uzuvlarının toplamı mıdır?
Yüzün vücudumuzdaki ayrıcalıklı konumuna dikkat çeken ve buna bir açıklama getirmeye çalışan kişilerin başında Platon (mö 427-347) gelir. Ona göre, ölümlü bedeni yöneten ölümsüz ruhtu. Ruhun işlevlerini yerine getiren duyu organları ise tanrılarca başın ön tarafına yerleştirilmişti; bunun da bir nedeni vardı: Platon’a göre bizi yaratırken tanrılar ön tarafımızın arka tarafımızdan daha asil ve emretmeye daha yetenekli olmasına karar vermişlerdi. Bu nedenle duyu organlarımızın toplandığı yüzümüzün yönü ile yürümemizin yönü aynıydı.

Yüzün vücudumuzdaki ayrıcalıklı konumu gerçekten de dikkat çekicidir. Yüzümüzün yer aldığı baş, bedenimizin en tepesindedir. Beş duyu organımız (göz, burun, kulaklar ve dil) yüzümüzde toplanmıştır. Cicero’nun (MÖ 106-43) ifadesiyle, duyu organları “sanki bir kaleye yerleştirilir gibi” yerleştirilmiştir başımıza.

Dokunma deyince doğal olarak öncelikle eller akla gelir, ama aslında bütün cildimizle hissettiğimizi düşünecek olursak yüzün derisi ve elbet dudaklar da cildin en hassas kısımlarındandır. Ayrıca ağzı da yüzdeki diğer uzuvlar arasına eklemeliyiz.

Bir de yüzün gerisini düşünelim: Beynimiz yüzümüzün ardında yer alır ve bütün bedenimiz bu merkezden yönetilir. Gözle, burunla, kulakla, deriyle edinilen algılar beyinde depolanır, anlamlandırılır ve işleme konulur. Özetle yüzümüzün bedendeki konumu son derece önemlidir; yüzümüz adeta algılarla anlamların kavşağında durmaktadır.

Peki bütün bu görünen yönü dışında yüz nedir? Yüz, uzuvlarının toplamından mı ibarettir? Bu kitapta yüzün, onu oluşturan parçaların toplamından daha fazlası olduğu düşüncesi savunulacak. Ancak basit bir şekilde, yüzdeki uzuvların her defasında başka bir bütünlük oluşturduğunu ve her yüzün biricik olduğunu ifade etmekle de yetinilmeyecek. Yüzdeki unsurların, yerleşimleri bakımından ilişkileri elbette her yüz için aynıdır; ama yine de, küçük anatomik farklılıklarla birbirlerinden ayrılan yüzler sonsuz çeşitliliktedir. Yüz herkeste başkadır; ancak bütün bu birbirinden farklı ve değişken yüzlerin ardında, zihnin derinliklerinde bir yerlerde bir Yüz var mıdır? Maskenin ardında bir yüz var mı gerçekten? Nedir yüzün gerisinde olan? (Metnin alıntılandığı kaynak: E. Kocabıyık, Aynadaki Narkissos, 3. Basım, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014, s. 16-17. Resim: René Magritte, “Beyaz Irk”, 1967. Bronz)