30 Mart 2010 Salı

Alice: Sıkılan Çocuk


Sinemanın çağdaş masalcısı Tim Burton, son filmi Alice Harikalar Diyarında ile bir kez daha karşımızda. Film, Lewis Carroll’un, arkadaşının çocuğunu oyalamak için uydurduğu bu, olay örgüsü nispeten zayıf anlatısından modern, derinlikli bir masal yaratmayı başarmış. Hikâyenin kahramanı genç bir kız; ve yetişkinler dünyasının ona biçtiği rolü kabul etmeyip kendine orada farklı bir yer açmak gibi zorlu bir işe girişiyor.

Kitaptaki hikâyenin başında Alice ablasıyla ırmağın kıyısında oturmaktadır. Sıkılmaktadır. Hava bunaltıcı derecede sıcaktır. Ablasının okuduğu kitaba göz atar, ama ne bir resim vardır kitapta ne de bir diyalog. Alice gibi, çocukken hepimiz çok sıkılmışızdır, yapacak bir şey bulamamış sıkıntıdan patlamışızdır. Çocukluk neredeyse sıkıntıdan boğulmakla geçer. Bir an önce büyüyüp yetişkinlerin, heyecan verici olduğunu düşündüğümüz dünyalarına katılmak için yanıp tutuşuruz. Sıkıntımızı yenmemizin tek bir çaresi vardır, oyun oynamak, hayal kurmak. Filmin çıkış noktasını oluşturan metin, işte böyle sıkılan bir çocuğu oyalamak için yazılmıştır. Ancak büyüdüğümüzde anlarız ki yetişkinlerin dünyası da son derece sıkıcı ve boğucudur. Çünkü onlar da çok sıkılmaktadırlar; onlar da birtakım oyunlarla, hikâyelerle (felsefi, tarihi, efsanevi, dinsel, sanatsal bir dizi anlatıyla) kendilerini oyalamaktadırlar. Dünya bizatihi sıkıcı bir yerdir ve eğer hayallerimizden vazgeçip düş gücümüzü köreltirsek, yetişkinlik çağında da çok sıkılacağımızı anlarız. Filmin anlatısının çıkış noktası da burasıdır; küçük Alice’in, kitabın içeriğini oluşturan düşünden uyanışından bu yana on üç yıl geçmiştir ve hülyalı Alice artık on dokuz yaşındadır. Ama yetişkinlerin yeknesak, donuk, iki yüzlü dünyasının bir parçası olmak istememektedir.

Kitapta Alice’in hikâyesi, nehir kenarında bir iç sıkıntısıyla başlar (nehir kelimesinin altını çizmek ve su ile düş ya da muhayyile ilişkisini hatırlatmak isterim). Bu, görünüşte havanın aşırı sıcak oluşu gibi dış dünyadan kaynaklanıyor görünse de aslında gerçek kaynak içteki bir sıkıntıdır. Bu sıkıntı gelmekte olan büyük olayı haber vermektedir aslında. Mitlerde de böyle değil midir? Örneğin Narkissos ava çıkar, av peşinde koşar ama avlanmayı başaramaz; yorulmuştur, susamıştır. Oysa, başarısız bir avın yarattığı hayal kırıklığı, fiziksel yorgunluk ve susamışlık aslında içdünyadaki bir sıkıntıya işaret eder: az sonra büyük bir şey olacaktır. Su içmek için kaynağın durgun suyuna eğilen Narkissos kendi yüzüyle karşılaşır –daha önce hiç görmediği yüzüyle. Bu yüzün çekim gücünden kurtulamayacak ve aynadaki suretinin derinliklerine doğru çekilecektir. Kehanet gerçekleşmiştir. Kendini görmüştür ve “ölmesi” gerekir. Alice’in iç sıkıntısının doruk noktasında da bir tavşan belirecektir. Alice bu rehber hayvanın ardından koşturup bir delikten geçer ve kendini Harikalar Diyarında bulur. Düşler âlemi “gerçekler” âleminden kaçtığımız bir sığınaktır. Derinlikler kendi zihnimizin derinlikleridir.

Orijinal hikâyede pek çok mitsel anlatı motifi çıkıyor karşımıza: Rehber hayvan, öte yer/sınır ötesi, delik/kuyu/dar geçit, çok katmanlı âlem, hayvanlar kurultayı vs.; filmin anlatısında buna başkaları da ekleniyor: örneğin ağaç. Sleepy Hollow’da da gördüğümüz bu kadim ağaç, görüntüsünün ölgünlüğüne karşın düş dünyası ile gerçek dünya arasındaki son derece canlı, işlek bir kapıdır; kadim atalardan miras aldığımız arketipler alemine, ortak bilinçdışına açılır.

Yine Lewis Carroll’un hikâyesine dönelim biz. Kitabın sonunda, Alice rüyasından uyanır. Başı ablasının kucağındadır. Bir süreliğine de olsa katlanılması zor, solgun, yavan, bildik dünya, bu düş sayesinde heyecan verici, canlı, şaşırtıcı, mucizevi bir yere dönüşüvermiştir. Alice rüyasını ablasına anlatır. Alice’in düşünün parıltısı ablanın da gözlerini parlatır; zihninde Alice’in harikalar diyarına ait karakterler belirmeye başlar. Abla, bu capcanlı imgeler karşısında heyecanlanır: Kraliçe, ejderha, Yalancı Kaplumbağa. Bu güçlü imgelemi sayesinde Alice’in büyüyüp bir yetişkin olduğunda bile çocuksuluğunu, sevecenliğini koruyacağını, anlattığı düşlerle çocukları büyüleyeceğini, onların kendi düş dünyalarında kıvılcımlar uyandıracağını düşünür.

Film, kitabın bittiği yerden hikâyeyi devralıyor ve ablanın öngörüsünü haklı çıkartıyor. Aradan on üç yıl geçmiştir Alice on dokuz yaşında genç bir kız olmuştur ama hayallerini halen kaybetmemiştir. Böylece Tim Burton, Alice’i tekrar Harikalar Diyarına sokmak ve oradaki karakterlerle yeni bir macera kurgulamak için güzel bir fırsat yaratmış olur. Bu hayal âlemine yeniden kaçışın tetikleyicisi olan yeni bir kriz lazımdır; o da sürpriz bir evlenme teklifi ve Alice’i kuşatan bir yığın yetişkinin bu yöndeki baskı veya beklentisidir. Ancak filmin başındaki küçük Alice’li kısa bölümün can alıcı bir işlevi var. Çünkü burada Alice’in ruhsal gelişiminde babasının önemini anlıyoruz. Baba, anneye tezat bir kişiliktir. Demek ki Alice, hayallerine güvenmeyi babasından öğrenmiştir. Hayallerimiz yüzünden bizi deli sayanların haklı olmadıklarını babasından öğreniriz. Kendi çağı için delilik sayılabilecek bir hayali vardır girişimci babanın: çok uzak ülkelerle ticaret yapmak. Küçük Alice, gördüğü hayallerden dolayı delirip delirmediğini safça babasına sorduğunda babası, alnına elini dokundurur ve teşhisi koyar: “Evet, sen delirmişsin, hepten kafayı üşütmüşsün. Ama sana bir sır vereceğim. Bütün iyi insanlar senin gibi delidir, hafiften üşütüktür.” (Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ndaki Deli Şevki’nin şu sözlerini hatırladım: “Kimseye boyun bükmeyen, kimseye zarar vermeyen adama deli derler”.)

Genç Alice, kendisi için düzenlenmiş bir davetten habersiz annesiyle yol alırken yanında artık babası yoktur ve karşılaşacağı zorluklarla yalnız başa çıkmak zorundadır, tek silahı hayalleridir. Aristokrat bir aileye gelin gidip mutluluğu bulduğunu sanan ablası, kocasının kendisini aldattığından habersiz Alice nasihat eder: Henüz genç ve güzelken bu kısmeti tepmemelidir; aksi halde evde kalacak ve annesine yük olacaktır. Çareyi Harikalar Diyarına kaçışta bulur Alice; yine ona görünen tavşanın peşine düşer ve kadim bir ağaç kalıntısının içindeki delikten iç dünyasına düşer. (Dar geçit çok daha modern bir film anlatısında da görülür. John Malkoviç Olmak’ta böylesi bir dar geçit John Malkoviç’in benliğine açılır. Hatta John Malkoviç bile bu delikten kendi bilincinin içine girer. Burası filmin en şahane sahnesidir.)

Genç Alice, Harikalar Diyarına yeniden indiğinde buraya daha önce geldiğini hatırlamamaktadır. Hayvanlar, karşılarında büyümüş Alice’i görünce onun aradıkları Alice olduğundan şüphe duyarlar. Sürekli sorup dururlar “Sen doğru Alice misin” diye. Alice de onlara bu benim rüyam, nasıl yanlış Alice olabilirim diye. Alice bir düşte olduğunun gayet farkındadır. Bütün çevresindekiler onun düşünün ürünüdür. Bu yüzden isterse kendini çimdikleyerek bu rüyadan uyanabileceğini sanır. Ama öyle olmaz. Çünkü düşteki çimdik de düşseldir. Bu durumda Alice uyanana kadar burada başının çaresine bakmak, güçlüklerle başa çıkmak zorundadır. Uyanıklık dünyasından buraya kaçmıştır ama burası da güllük gülistanlık değildir; pek çok sorunla boğuşmak, savaşmak zorundadır. Aslında uyanıklık dünyasındaki bunalımın bir izdüşümü, bir yansımasıdır buradaki mücadele. Düş aleminde zafer kazanırsa bu uyanıklı aleminde de aynı başarıyı elde edeceği anlamına gelir.

Rüya aleminin düşsel hayvanları ona bir kehanet metnini gösterirler. Burada, hem olmuş olaylar hem de olacaklar olaylar kayıtlıdır. Bir meta kurmaca olarak karşımıza çıkan bu kehanete göre, Alice diye bir kız gelecek Vorpal kılıcını (Kral Arthur efsanesindeki kılıcı andırmaktadır) alacak ve kötülük timsali Kızıl Kraliçenin saltanatının en büyük silahı ejderhayı öldürüp onun saltanatına son verecek ve devrik Beyaz Kraliçe’yi tekrar tahta çıkaracak, yani kötülüğü kovup iyiliği tekrar egemen kılacaktır. Bu kehanet metni bir kader gibi karşımızda durur. Alice bu zorlu görevi öğrenince beklenen kurtarıcının kendisi olmadığı konusunda bir süre direnir. Rolü kabul etmez ise kehanet, bu kızın doğru Alice olmaması sebebiyle yanlışlanmayacak, ama beklenen kahramanın kendisi olduğuna ikna olursa o zaman kehanet gerçekleşecektir. (Dolayısıyla kehanet her durumda doğrudur; onu vazgeçilmez kılan da budur.) Alice karar vermekte uzun süre bocalar. Burada örtük bir biçimde ifade edilen şey bir kadercilik değil, tersine kaderimizi kendi seçimimizle belirlediğimizdir. Kahraman olduğuna inanıyorsan kahramansındır. Kehanet yenik iyilerin arzusunun eseridir, onların iradesini yansıtır. Bu irade, kendisine kahraman olduğu söylenen kişiyi de motive edecek ve böylece kehanetin gerçekleşmesinin fitili ateşlenecektir. Kehanet bir kurtarıcı geleceğini söyler ve bunu söylemekle onu yaratmaya da başlar. Aslında kader, dünyanın tekerrür eden tarihinin yarattığı bir şeydir. İnsanlar değişmediği sürece dünya böyle olmaya devam edecek, kader de değişmeyecektir. Bu kısır döngü, dünyanın sıkıcılığının ve yeknesaklığını üreten şeydir. Öyleyse dünyayı değiştirmenin yolu onunla çatışma pahasına kendimizi değiştirmekten geçiyor. Alice, kendi hayatının kahramanı olduğunu kabul eder sonunda. Kılıcın kilitli olduğu sandığı koruyan canavarı alt eder. Ama savaşmaktan halen korkmaktadır. Beyaz kraliçenin sözü ona ihtiyacı olan motivasyonu sağlayacaktır: “Hayatını başkalarını memnun ederek geçiremezsin.” Dev mavi tırtıl Absolem de kendisinden yardım isteyen Alice’i kışkırtır: “Sana yardım edemem, daha kim olduğunu bile bilmiyorsun.” Tırtıl kozasını örmekle meşguldür gerçekten de büyük dönüşüme hazırlanmaktadır ve yaklaşmakta olan sonu Alice’in geldiği karar aşamasını işaret eder. Sonunda Alice, kehanetteki Alice olduğunu kabul eder, yani kendini bilir. Öyleyse biz, kendi düşümüzün ürünüyüz.

Lewis Carroll’un kitabı bir şiirle başlar. Bu uzun şiir Can Yücel’in olağanüstü çevirisiyle şöyle biter:

Alis, bu gülibrişimden öykü,
      hanımellerine emanet!
Batıp gitmiş bir adada tut ki
     derlendi bu solmuş demet,
Onu hülyalarınla iç içe
     çocuk belleğine nakşet!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder